Anayasa Mahkemesi’nden Karar; Sendikal Tazminat İşvereni Caydırıcı Olmalı..
“Ultra Eşitsizlik”. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir haberin başlığı. Diyor ki; 2017 yılında küresel servet bir önceki yıla göre %6.4 oranında artarken, en zengin %1’in küresel servetteki payı da %50.1 ‘e yükselmiş. Öte yandan, serveti 10 bin doların altında olan insan sayısı 3 milyar 474 milyon ve küresel servetten aldıkları pay da sadece %2.7.
1990’lı yıllar, küreselleşmenin, özelleştirmenin ve kuralsızlaştırmanın yılları oldu. Kriz üzerine krizler yaşandı ama ilginç olan, bu tarihten itibaren, en zengin %1’in küresel servetten aldığı pay giderek ve giderek arttı. Deyim yerindeyse, eskiden daha az zengin ama daha eşit paylaşılan bir refah varken, 2000’li yıllar çok az sayıda zenginin, son derece eşitsiz bir paylaşıma dayalı olarak, servetine servet kattığı bir dönem oldu.
Yaşanan pek çok toplumsal olayın temelinde, refah devletinden kopuşun etkisini yadsıyamayız. Bunun en bariz örneğini, sendikalar üzerinden görebilmek mümkün. Hataları ve sevapları ile belirli bir toplumsal güce sahip olan sendikalar, anılan ‘zenginleşme’ sürecinde giderek eridi. Çalışanların en azından yarıya yakınını temsil noktasında olan sendikalar, bugün Türkiye’de çalışanların sadece %10’unu temsil edebiliyor. Sendikal örgütlüğe sahip işçilerin de, ancak yarıya yakın bir kısmının, gerçek anlamda bir toplu iş sözleşmesi hakkından yararlandığını söylemek, mümkün.
Bu olumsuz tablo, bilinen ama ne yazık ki değiştirilmesi için çok az şey yapılan durumlardan birini yansıtıyor. Aksine, bizzat devlet, kuralsız çalıştırma ilişkilerini, kendi bünyesinde yaygınlaştırarak, hak temelli bir çalışma için ‘uygun’ iklim oluşmasını engelliyor. Defalarca verilen ‘teminat ve taahhütlere’ rağmen çözülemeyen ve ‘bir gün’ bir çözüm üretilirse de bu ancak, çalışanların ‘haklarından feragat etmeleri’ ile mümkün olacak, “taşeron” uygulaması, bunun güzel bir örneği.
Yargının sendikal haklara bakışında ise, ortalama düzeyde, bir olumluluk olduğunu söylemek mümkün olmakla beraber, kritik uyuşmazlıklarda etkin süreçlerin işletilememesi nedeniyle, işverenleri ‘caydırıcı’ bir hukuktan söz etmek mümkün değildir. Örneğin, işyerinde sendikal örgütlenme olmasını istemeyen bir işveren, gerekirse yüzlerce işçiyi işten çıkarmayı ve davalar sonucunda, tazminat ödemeyi de kabul ederek, ‘parası ile’ sorunu çözmeyi öngörmektedir. Demek ki, tazminatlar ‘caydırıcı’ nitelikte değildir.
Bu konu, yakın tarihli bir Anayasa Mahkemesi kararına da konu oldu. Petrol İş Sendikası‘nın örgütlenme çalışması yaptığı Düzce’deki bir işyerinde “performans yetersizliği” gerekçe gösterilerek işten çıkarılan iki işçi, sendikal tazminat istemli dava açar.
Uyuşmazlığı değerlendiren yerel mahkeme, iş müfettişliği raporuna, işverenin yüzlerce (tam sayı 1151) işçiyi işten çıkarmış olmasına ve daha çok sayıda somut olguya dayalı olarak, feshin sendikal nedene dayandığını kabul ederek, diğer tazminatların yanı sıra, işçinin bir yıllık ücreti oranında sendikal tazminata da hükmeder.
Temyiz üzerine dosyayı inceleyen Yargıtay 22.Hukuk Dairesi ise, feshin haksız olduğunu kabul edip onaylamakla beraber, “iş akdinin sendikal nedenle feshedildiği hususu yeterli ve inandırıcı delillerle kanıtlanamadığı” gerekçesiyle sendikal tazminatı reddeder.
Bu karara karşı Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yapılan bireysel başvuru üzerine Birinci Bölüm tarafından verilen 05.10.2017 tarihli karar ile, Yargıtay 22.Hukuk Dairesi kararı anayasal dayanaktan yoksun bulunur.
Anayasa Mahkemesi’nin kararında, AİHM kararlarına, özellikle de “Tek Gıda İş Sendikası/Türkiye 35009/05” kararına atıf göze çarpmaktadır.
Sendikal örgütlenme hakkının, devlete “pozitif” bir takım yükümlülükler getirdiğine değinen AYM, “Anayasa’nın 51.maddesi kapsamındaki güvencelerin, sadece üyelik sonrasını değil, henüz sendikaya üye olunmadan önce, üyelik iradesi oluşum aşamasını da kapsadığını, bu nedenle, sendikaya üye olmak amacıyla işçi sendikası tarafından yapılan bilgilendirme ve ikna çalışmalarına katılım nedeniyle iş akdinin feshedilmesi durumunda sendika hakkına işveren tarafından müdahale edilmiş olacağını“, açıkça beyan etmiştir.
Bu gerekçenin yanı sıra, delillere dayalı yerel mahkeme kararlarının, Yargıtay tarafından, gerekçesiz bir şekilde değiştirilmesi uygulamasını ciddi bir şekilde etkileyecek bir yaklaşım sergileyen Anayasa Mahkemesi, somut uyuşmazlıkta, İş Mahkemesi’nin somut ve delillere dayalı olarak (işten çıkarılan 1151 kiş, iş müfettişi raporu ve diğer deliller) ulaştığı sonucu ‘gerekçesiz bir şekilde’ tersine çeviren Yargıtay kararının, anayasaya aykırı bir sonuca vardığını kabul etmiştir;
“.. Daire, Mahkeme tarafından hükme esas alınan olgulara (tanın beyanları, müfettiş raporundaki tespitler ve çok sayıda işçinin işten çıkarılması ile işyerinde sendikalı işçinin kalmamış olması) yönelik herhangi bir değerlendirme yapmadığı gibi, Mahkemenin değerlendirmesine ilişkin somut bir eleştiri de getirmemiştir. .. Mahkemenin yeterli ve ikna edici olduğu anlaşılan değerlendirmesine karşın, Dairenin gerekçesiz bir şekilde kararı bozmuş olması nedeniyle usule ilişkin pozitif yükümlülüklerin yerine getirilmediği sonucuna ulaşılmaktadır..”
Oldukça açık ve Yargıtay’ın siyasi ve sosyo ekonomik gerekçelerle “kendi standartını belirleme” gibi pek de hukuki sayılamayacak yaklaşımını yerle bir eden bu karar, bu davalarda ispat yükünün de işverene geçtiğini, göstermektedir. Kaldı ki, özellikle AİHM kararlarına yapılan atıfla, haksız işten çıkartma hallerinde, hükmedilecek tazminatın ‘işvereni caydırıcı olması’ gerektiğinin ifade edilmiş olması, bu davalarda yürüyen tartışma ve yaklaşımı değiştirecektir.
İş davalarında 2018 itibariyle yürürlüğe girecek zorunlu arabuluculuk sürecinin etkisi öngörülemekle beraber, Anayasa Mahkemesi kararının, çalışanlar ve sendikal örgütlenme hakkı lehine, azımsanmayacak bir uygulama değişikliği yaratması beklenebilir, umut edilebilir.