Derin Deniz Madenciliği: Umut mu, Tehdit mi?

Derin Deniz Madenciliği: Umut mu, Tehdit mi?


Dünya nüfusunun giderek artması ve teknolojik gelişmelerle birlikte, Dünya’nın bizlere sunmuş olduğu sınırlı kaynaklara ihtiyaç gitgide artıyor. Artan talep doğrultusunda hammadde fiyatlarının artması ve kaynak zengini ülkelerin bu durumu kendilerine ekonomik avantaj sağlamak için kullanmaları, ülkeleri alternatif hammadde kaynakları aramaya yöneltiyor. Bu bağlamda, yakın gelecekte sıkça gündeme gelecek olan alternatif; “Derin Deniz Madenciliği”.

Esas olarak, deniz tabanından maden elde edilmesi yeni bir akım değil. Geçmişten günümüze birçok ülkede, sahiller ve sığ sularda plaser (kırıntı) madencilik (altın, kalay, titanyum, zirkonyum, nadir topraklar ve diğer ağır mineraller), elmas, fosfat ve agrega (betonun hammaddelerini oluşturan kum ve çakıl karışımı) üretimi yapılıyor. Madencilik, ancak herhangi bir ülkenin kıta sahanlığı ya da münhasıran ekonomik bölge sınırları içerisinde yer alıyor ise ilgili yasal düzenleme ve faaliyetin yönetimi ilgili ülke yetkisinde. Ulusal yetki sınırları dışında kalan derin deniz madenciliği ise yeni bir girişim.

Derin deniz madenciliği; Dünya yüzeyinin yaklaşık %65’ini kaplayan, iki yüz (200) metrenin altındaki okyanus alanında gerçekleştirilen madencilik anlamına geliyor. Derin denizin maden yataklarına ilgi, günden güne artıyor. Bu büyük ölçüde, bakır, nikel, alüminyum, manganez, çinko, lityum ve kobalt gibi metaller için karasal kaynakların azalması ve bu metallere akıllı telefonlar, bilgisayarlar, enerji depolamaya yarayan batarya cihazları ve güneş panelleri, rüzgar türbinleri gibi yüksek teknoloji uygulamaları üretmek için artan taleple ilgili. 

BM Deniz Hukuku Sözleşmesi ve Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi

Uluslararası deniz yatağında yapılan faaliyetlerin tamamı Uluslararası Deniz Yatağı Otoritesi (International Seabed Authority – ISA) tarafından düzenleniyor. Yüz altmış yedi (167) ülke ve Avrupa Birliği’nin taraf olduğu 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (“Sözleşme”) kapsamında kurulan ISA, uluslararası deniz yatağı alanlarındaki maden çalışmalarının tamamını düzenleyerek ve kontrol ederek, özünde bu faaliyetlerin tüm insanlığın yararına olacak şekilde gerçekleştirilmesi, amacını taşıdığını belirtiyor. 

ISA, aynı zamanda denizaltı yaşamın, derin deniz yatağında gerçekleştirilecek faaliyetler nedeniyle meydana gelebilecek zararlı etkilerden korunması ile görevlendirilmiş bir kuruluş. 

Türkiye, karasularının 12 mil olarak belirlenmesi ve uyuşmazlıkların çözümünde zorunlu yargı yetkisi hükümleri nedeniyle “Okyanusların Anayasası” olarak tanımlanan bu Sözleşme’yi ne imzalamış ne de onaylamıştır. 

Türkiye’nin durumuna kısa bir parantez açmak isteriz. Türkiye’nin Sözleşme’ye yönelik tavrında bir haklılık söz konusu olmakla beraber, insanlığın ortak değeri kabul edilen okyanusların anayasası sürecine aktif katılım hakkından yoksun olmak, süreci “dışarıdan” takip etmek, sadece okyanuslarla ilgili söz hakkımızı kısıtlamakla kalmıyor, aynı zamanda benzer bir durumda olan kutuplar gibi, hatta atmosfer ve uzay hukuku alanlarında gelişmelerin “dışına” itilmeyi de beraberinde getiriyor. BM bünyesinde, sınırları genişleyen insanlığın yeni hukuku tasarlanırken, dışarıda olmamalı, dışarıda kalmamalıyız. 

Son Yıllarda Verilen Derin Deniz Madenciliği İzinleri

ISA tarafından yayınlanan son bilgilere göre, aralarında Çin, Fransa, Almanya, Hindistan, Japonya, Güney Kore, Rusya ve devlet destekli uluslararası konsorsiyumlar ile özel şirketlerin bulunduğu otuz (30) araştırmacı ile sözleşme imzalandı. Raporda, sözleşme imzalanan her ülkenin, ISA’ya yıllık olarak sunduğu rapor ile alanda gerçekleştirdiği faaliyetleri detaylı olarak bildirdiği; keşif faaliyetlerinin, çevresel çalışmaların, madencilik teknolojisinin kullanımının ve finansal durumun yasal ve teknik anlamda denetlendiği belirtiliyor.

Bir yandan, sınırlı kaynaklara erişim noktasında yepyeni bir alan açan derin deniz madenciliğinin, süregelen kaynak sıkıntısına umut olacağı düşünülse de çevre örgütlerine göre, durum pek de aydınlık değil; bir “tehdit” hatta bir “imtihan” ile karşı karşıyayız.

Çevre Korumacılar Ne Diyor?

Greenpeace, ilk olarak Haziran 2019’da konuya ilişkin “Derin Sularda; Yükselen Derin Deniz Madenciliği Tehdidi” adlı bir rapor yayınladı. Rapora göre, okyanuslar tarihte daha önce hiç olmadığı kadar risk altında. İnsanlığın, Ay ve Mars tabanı hakkında, okyanus tabanı hakkında bildiklerinden çok daha fazlasını bildiğini ileri süren raporda, derin deniz madenciliğinin okyanus tabanındaki biyolojik çeşitlilik ve ekosistemi riske attığı ve elde risk analizi yapabilecek kadar dahi veri bulunmadığı belirtildi. 

Aynı zamanda, derin deniz madenciliği, karbonu depolama doğal süreçlerini etkileyerek, derin deniz çökeltilerinde depolanan karbonun serbest kalmasını sağlayabilir veya karbonun “süpürülmesine” ve onu bu çökeltilere iletmeye yardımcı olan süreçleri bozarak, iklim değişikliği krizini bugün olduğundan çok daha kötü bir noktaya getirebilir. 

Yapılan çalışmalar neticesinde, Greenpeace, Aralık 2020’de sorunun çok daha derin bir boyutta olduğuna ilişkin ikinci bir rapor yayınlayarak, yasal ve ekonomik yönlerini de detaylı olarak ele aldı. Derin Sorun; Derin Deniz Madenciliği Endüstrisinin Tehlikeli Dünyası” adlı raporda; derin deniz madenciliğinin okyanus canlılarında ciddi ve geri dönülemez nitelikte tahribata ve biyolojik çeşitlik kaybına neden olacağı belirtildi. 

Sözleşme kapsamında, okyanus tabanını, su kütlesini ve çevreyi korumakla yükümlü olan ISA’nın görevini gereği gibi yerine getirmediğini belirten Rapor’da, ayrıca, “karbon yutağı” olan okyanus tabanlarında meydana gelecek tahribatla birlikte, gelişmekte olan ülkelerin gıda güvenliğinin risk altına gireceği de belirtilirken, Greenpeace de dahil olmak üzere birçok sivil toplum örgütünün baskıları ile hazırlanan “Küresel Okyanus Sözleşmesi’nin (Global Ocean Treaty)”, Covid-19 nedeni ile uzayan sürecin sonunda 2021 yılı içerisinde kabul edilmesi gerekliliğine vurgu yapıldı. 

Aynı şekilde, 1.400’den fazla hükümet ve sivil toplum örgütü üyesi ile doğayı korumak ve sürdürebilir kalkınmayı desteklemek için faaliyet gösteren International Union for Conservation of Nature (“IUCN”) da 2018 yılında yayınladığı ve derin deniz madenciliğini bir “imtihan” olarak nitelendirdiği rapor ile, derin deniz madenciliğinde meydana gelebilecek sorunları çözmek için iş birliği, açık iletişim ve paydaşlar arasında karşılıklı saygı ilkelerinin son derece önemli olduğunu belirtti. Farklı görüşlerin ortak çıkarlar göz önünde bulundurularak açıklanması ve tartışılması gerekliliği anılan rapor ile vurgulandı. 

Gaia’nın Sınırlarını Zorlamak

Başlangıçta pek dikkate alınmasa da, zaman içerisinde bilim dünyasının kabulünü almayı başaran, 1970’li yılların başında bilim insanı James Lovelock tarafından ortaya atılan Gaia kuramı, Dünya’yı adeta yaşayan bir organizma olarak ele alır. Lovelock’a göre, Gaia, Dünya’nın biyosferini, atmosferini, okyanuslarını ve toprağını içine alan karmaşık bir varlık; bu gezegende yaşam için en uygun fiziksel ve kimyasal ortamı oluşturmaya yönelmiş bir geri besleme ya da sibernetik bir sistem oluşturan bütünlüktür.

Tek, karmaşık ve kendini düzenleyebilen bir sistem olarak Gaia kuramının temel savları; atmosferin bileşiminin, okyanusların tuzluluk oranının ve Dünya’nın yüzey ısısının sabit kalmasıdır. 

2019 yılında yüz yaşına giren Lovelock, Dünya’nın da belli bir yaşa geldiğini söyleyerek, yaşamın idamesi için varolan sistemleri aşırı zorlayan insan uygarlığının, Gaia’nın kendisi düzenleme yetisi kapsamında yokoluşa sürüklenebileceği, uyarısında bulunuyor. 

İşte tam da bu noktada, belki de uzaydan çok daha az bilinen, diğer bir deyişle, bilinmeyeni çok fazla olan okyanuslarda madencilik faaliyetlerine yönelinmesi, Gaia’yı uyaran bir süreci tetikleyebilir. Kara madenciliğinde, başlangıçta sorumsuzca yapılan arama, çıkarma faaliyetleri nedeniyle, bugün pek çok yerde yeraltı suları kirlenmiş, doğal ortama giderilmesi kısa vadede imkansız görülen zararlar verilmişken, nasıl işlediği konusunda çok az fikrimizin olduğu okyanusları maden sahası olarak görmenin olumsuz etkilerinin karşılayacak bir şansımız, zamanımız hiç olmayabilir.

Yine Bir Çevre Sorunu, Yine Bir İkilem

Nihayetinde, her ne kadar, teknik anlamda birçok gelişme kaydedilmiş olsa da, derin deniz madenciliği alanında cevaplanmayı bekleyen birçok soru mevcut. Okyanus tabanına, deniz katmanına, biyolojik çeşitliliğe ve ekosisteme zarar vermeden faaliyetlerin ne şekilde yürütüleceği büyük bir soru işareti olmakla birlikte, uluslararası alandan elde edilen ve esasen “insanlığın ortak mal varlığı” statüsündeki bu kaynakların ne şekilde paylaşılacağı da hala çözümlenmemiş sorunlar arasında.

Derin deniz madenciliğinin gerek ekonomik gerekse çevresel anlamda ciddi sonuçları olabileceği noktasında herhangi bir şüphe bulunmuyor. Bununla birlikte, teknolojik gelişmeler ve insanlığın tüketim grafiği de göz önünde bulundurulduğunda, kaynak kullanımının gerekli kıldığı ölçüde derin deniz madenciliğine yönelim, yakın gelecekte sıkça karşımıza çıkacak bir mesele. 

Çevreci çözüm olarak yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen enerjinin depolanması çok önemli. Ama, elektrikli araçların, yenilenebilir enerji sistemlerinin ihtiyaç duyduğu bu depolama cihazları, en azından bugün itibariyle kobalt ve nikelden yapılan lityum-ion piller anlamına geliyor ve karada sınırlı bulunan bu madenler için, gözler okyanuslara çevriliyor. 

Çoğu mesele de olduğu gibi, burada da bir çevre ikilemi söz konusu. Ancak, bizim düşüncemiz; Dünya’nın kendini düzenleyebilen, karmaşık sisteminde büyük önemi bulunan, bulunduğunu düşündüğümüz okyanusları, plastik çöplerle doldurduğumuz yetmezmiş gibi, bir de madencilik tehdidi ile karşı karşıya bırakmak, özellikle de bugün itibariyle bir sorunla karşılaştığımızda çözüm üretme yeteneğimiz bu denli kısıtlıyken, çok anlamlı değil. Zaman, biraz daha “ihtiyatlı olma” zamanı, sanki. 

Avukat Nur Buğçe Bakırel – Avukat Gökhan Candoğan

(Makale, Üstad Avukatlık Meslek Dergisi‘nin 12.sayısında yayımlanmıştır)

Öne çıkan görsel; Mark Pernice