Adalet; Her Koşulda ve Her Çözümde, İnsan İçin de, Dünya İçin de; Adalet!

Adalet; Her Koşulda ve Her Çözümde, İnsan İçin de, Dünya İçin de; Adalet!


Günler kaldı, daha kötüsünü yaşayabileceğimizi düşünemediğimiz 2020 yılının bitmesine. İnsan Çağı (Antroposen) olarak tanımlanan, içinde bulunduğumuz jeolojik dönemde, giderek artan bir ivmeyle doğadan kopmamız, hem gezegenin somut varlığını, hem de 4,5 milyar yılı aşan gezegen “öyküsünü” yok sayarak, her şey bizimle başlamış, hep böyleymiş, hep de öyle kalacakmış gibi bir sanrıya kapılmamıza neden oldu.

Oysa, o kadar hassas dengeler üzerinde gerçekleşiyor ki yaşam, İnsan Çağı’nın olumsuz etkileriyle eksilen her bir canlı türüyle, gelecek kuşakların bizim bildiğimiz anlamda bir yaşam sürdürme şansları da azalıyor.

Pandemiyi alalım; bilim insanları, uygarlığın sınırları giderek genişleyip vahşi yaşama komşu oldukça, daha önce karşılaşmamızın mümkün olmadığı virüslere maruz kalma tehlikemizin arttığını, salgınlara hazırlıklı olmamız gerektiğini epeydir söylüyorlardı. Gerçeklemesi an meselesiydi; 2020’de oldu.

Doğal afet saydığımız seller, kuraklık ve yangınların hem sayısı hem de şiddeti artarken, iklim değişikliği öngörüleri kehanetlerde bile yer almaya başladı. Tekrarlamaya, sıralamaya ihtiyaç duymadığımız belirtiler her yerde yaygınlaşıyor; peki, ne yapmalıyız? Yaşadığımız sıra dışı günler ipucu içeriyor olabilir mi?

Koronavirüs döneminin zorunlu uygulama ve kararları, fosil enerji kaynaklarına duyulan ihtiyacı ciddi oranda azalttı. Ekonomi çarklarının zaman zaman durma noktasına gelmesi enerji talebini azaltırken, azalmanın en çok fosil kaynaklara dayalı enerji üretimde gerçekleşmesi, pek çok yerde hava kirliliği sorununun gözle görülür şekilde ortadan kalkmasına sebep oldu. 2020 yılında karbon emisyonunun tüm Dünya’da %8 oranında azalması bekleniyor.

Öyleyse, bize düşen, korona dönemi eğilimlerini kalıcılaştırmak ve fosil kaynaklara bağımlılığı ciddi bir şekilde azaltmak olmalı. Kömürden enerji üretimini kademeli bir şekilde azaltıp, 2030’da tümüyle devre dışı bırakmak en akılcı ve etkili çözümlerden birisi olacaktır. Yine korona döneminin çalışma ilişki/şekillerinde gerçekleştirdiği dönüşümün kalıcılaşması, örneğin haftada bir gün evden çalışılması dahi, belirli oranda enerji tasarrufu anlamına geliyor.

Asıl olan ise, iklim adaletini sağlamak olmalı. BM tarafından yapılan bir açıklamada, dünyanın en zengin %1’lik kesiminin yaşam tarzı ve tüketim alışkanlıklarının, en yoksul %50’nin toplamının sebep olduğu karbon emisyonun iki katından fazlasına yol açtığı belirtiliyor. Örnek mi; Dünya nüfusunun %4’ünün yaşadığı ABD, plastik atıkların %17’sini üretiyor. Zengin azınlığın aşırı tüketimi iklim krizini ağırlaştırırken, bedelini yoksullar, en çok da kadınlar ödüyor. Özel jetlerle “iklim” konuşmak için toplantılara katılmak yerine, çevrimiçi buluşmalara yönelmek bile ciddi bir karbon salınımı azalımı anlamına gelebilir.

Bu süreçte, Türkiye’ye düşen nedir? Son dönemde, yenilenebilir enerji üretimindeki hissedilir artışa rağmen, çevre ve özellikle de iklim konusunda, ciddi bir “yapılacaklar listemiz” olduğu kesin. Uluslararası toplumda söz sahibi olmak isterken, herkesin üzerinde fikir birliğine vardığı iklim konusundaki mevcut “eylemsizliğe” dayalı tuhaf pozisyonumuzu koruma politika/sızlığı, bizi artık çok zorluyor. 1992 yılında Rio Dünya Zirvesi’nde oluşturulan BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi’ne, 2004 yılında, 189. taraf/ülke olarak katılma utancını üzerimizden atamadan, Paris İklim Anlaşması’nı onaylamamış birkaç ülkeden birisi olarak kaldık…

2010 tarihli Ulusal İklim Değişikliği Stratejisi ve 2011 yılında oluşturulan Ulusal İklim Değişikliği Eylem Planı, somut hiçbir adım içermeyen “iyiniyet beyanları”ndan öte bir anlam taşımıyor. Nitekim, son 10 yıllık dönemde Türkiye’nin yıllık sera gazı emisyonları ciddi bir şekilde arttı. Bu artış, her yıl envantere eklenen yeni termik santrallerle birlikte değerlendirildiğinde, BM’ye 2015 yılında sunulan “Niyet Edilen Ulusal Katkı Beyanı” ile 2030 yılında, gerçekleşecek artıştan %21 oranında azaltma gibi anlamsız bir hedefe erişim bile, bizim için imkansızlaşıyor.

Üniversitelerinde Çevre Hukuku Kürsüsü (Ana bilim dalı), çevre hukuku doktorası yapma imkanı olmayan bir ülke olarak kalmamız mümkün değil. Artık silkinmemiz, iklim meselesinin sadece, salt bir çevre meselesi olmadığını görmemiz, sınır aşan ve liderlik gerektiren küresel bir soruna bu şekilde duyarsız kalmamızın bizi sözü ciddiye alınmayan bir ülke pozisyonuna sürüklediğini anlamamız gerekiyor.