İklim Krizi ve Kent: Yabancılaşmadan Bütünsel Çözümlere

İklim Krizi ve Kent: Yabancılaşmadan Bütünsel Çözümlere


Modern toplumun doğayla ilişkisindeki kırılma, sadece teknolojik değil, aynı zamanda felsefi, hukuki ve toplumsal bir kriz olarak karşımıza çıkıyor. Bu makale, iklim kriziyle mücadelenin önündeki en büyük engelin, sorunların basitleştirilmesi ve parçalanmış çözüm arayışları olduğunu; kent yaşamının yarattığı yabancılaşmadan, çevre mücadelesinin araçsallaştırılmasına uzanan geniş bir perspektifle, bütünsel bir yaklaşımın gerekliliği temelinde tartışıyor. Yeşil dönüşümün karanlık yüzünü göz ardı etmeden ama çözüm arayışından da vazgeçmeden…

Yeşil Çözüm Mitleri: Basit Yanılgılar, Karmaşık Gerçekler

İklim krizi karşısında duyduğumuz haklı endişe ve çözüm bulma telaşı, bizi basit ve hızlı çözümlere yöneltiyor. “Fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçelim, sorun çözülsün” yaklaşımı, kulağa makul gelse de, karmaşık bir gerçekliği tehlikeli biçimde basitleştiriyor. Bu basitleştirme eğilimi, yakın zamanda Amazon Prime’da yayınlanan “The Rig” dizisinin ikinci sezonunda çarpıcı biçimde ele alınıyor: Yenilenebilir enerji dönüşümü için gerekli nadir metallerin derin denizlerden çıkarılması, beklenmedik bir ekolojik felakete yol açıyor.

İklim krizinin karmaşıklığını basitleştirme eğilimi, modern toplumun genel bir karakteristiği. Sosyal teorisyenler, özellikle Frankfurt Okulu düşünürleri, modernitenin doğayı “hesaplanabilir” ve “kontrol edilebilir” bir nesneye indirgeme eğilimini uzun zamandır eleştiriyor. Bu indirgemeci yaklaşım, karmaşık ekolojik sistemleri basit neden-sonuç ilişkilerine indirgeyerek, daha derin sorunları gözden kaçırmamıza neden oluyor.

Bunları söylerken, yenilenebilir enerji teknolojilerinin, çevresel sürdürülebilirliğe geçişin temel taşlarından biri olarak tartışılmaz başarılar sağladığını da göz ardı etmeyelim.

Yenilenebilir enerji kaynakları, iklim değişikliğiyle mücadelede tartışılmaz bir öneme sahip. Karbon emisyonlarını azaltma, enerji bağımsızlığı sağlama ve yenilikçi teknolojilerle ekonomik kalkınmayı destekleme potansiyelleri, bu kaynakların modern enerji geçişindeki kritik rollerinden sadece birkaçı.

Son yıllarda güneş ve rüzgar enerjisi maliyetlerinin hızla düşmesi, yenilenebilir enerji projelerini daha erişilebilir hale getirmiş ve enerjiye erişimi olmayan bölgelerde dahi önemli gelişmeler sağlanmıştır. Örneğin, 2022 yılında yenilenebilir enerji sektöründe istihdam edilen kişi sayısı dünya çapında 12.7 milyona ulaştı. Yanı sıra, yenilenebilir enerji projeleri, doğru yönetildiğinde çevresel restorasyon ve biyo-çeşitliliği artırma gibi ek faydalar da sağlıyor.

Bu başarılar, yenilenebilir enerji teknolojilerinin yalnızca bir çözüm değil, daha sürdürülebilir bir geleceğin temel taşlarından biri olduğunu gösterirken, bazı temel soruları sormamıza engel değil: Bir enerji kaynağını veya teknolojisini “yeşil” olarak nitelendirirken hangi kriterleri göz önüne alıyoruz? Fosil yakıtların yarattığı kirliliği önlemek için geliştirdiğimiz çözümler, başka türlü bir kirlilik yaratıyor olabilir mi?

Bu sorular, Guillaume Pitron’un “Nadir Metaller Savaşı” kitabında detaylı biçimde ele aldığı paradoksa işaret ediyor.

Modern Yaşam ve Ekolojik Yabancılaşma

Karl Marx’ın yabancılaşma kavramı, insanın kendi emeğinden, üretim süreçlerinden ve doğadan kopuşunu anlatır. Günümüz kent yaşamında yabancılaşma, çevre sorunlarına yaklaşımımızı da derinden etkiliyor. Georg Simmel’in metropol yaşamına dair analizlerinde vurguladığı gibi, modern kent insanı, doğal süreçlerden giderek uzaklaşarak, yapay bir çevrede yaşamaya alışırken, bu kopuş, ekolojik krizin hem nedeni hem de sonucu olarak karşımıza çıkıyor.

Dünya nüfusunun çoğunluğu artık kentlerde yaşıyor ve bu durum, insanların doğayla olan ilişkisini temelden değiştirdi. Herbert Marcuse’un işaret ettiği “tek boyutlu insan”, tüketim toplumunun içinde, doğadan ve doğal süreçlerden koptu. Bu kopukluk, yeşil teknolojilere yaklaşımımızı da şekillendiriyor: Elektrikli araçları destekleyen kent sakinleri, bu araçların bataryaları için gerekli olan lityum madenciliğinin yarattığı çevresel tahribatı çoğu zaman görmüyor veya görmezden geliyor.

Yabancılaşmayı Aşmak: Teorik Bir Çerçeve

Modern kent yaşamının yarattığı ekolojik yabancılaşmayı anlamak ve aşmak için, farklı teorik yaklaşımları bir araya getirmemiz yararlı olabilir. Murray Bookchin’in sosyal ekoloji teorisi, çevresel sorunların kökeninde toplumsal hiyerarşiler ve tahakküm ilişkileri olduğunu vurgular. Bu perspektiften bakıldığında, kent yaşamının yarattığı yabancılaşmayı aşmak için önce toplumsal ilişkileri dönüştürmemiz gerekiyor.

Felix Guattari’nin “üç ekoloji” kavramı da bu noktada yol gösterici olabilir. Guattari’ye göre, ekolojik kriz sadece çevresel değil, aynı zamanda toplumsal ve zihinsel bir krizdir. Dolayısıyla çözüm için de bu üç boyutu – çevresel, toplumsal ve öznel – birlikte ele alınmalıdır. Kent yaşamı açısından bu yaklaşım, fiziksel mekanların dönüşümünün yanı sıra, toplumsal ilişkilerin ve bireysel yaşam pratiklerinin de yeniden düşünülmesini gerektiriyor.

Yine David Harvey’in “kent hakkı” kavramı, bu dönüşümün politik boyutuna işaret ediyor. Kent sakinlerinin yaşam alanlarını şekillendirme hakkı, ekolojik yabancılaşmayı aşmanın önemli bir boyutu. Bu hak, sadece mevcut kent yapısı içinde söz sahibi olmayı değil, kentin doğayla ilişkisini yeniden tanımlama hakkını da içermeli.

Bu teorik çerçeve, yeşil dönüşümün teknik bir mesele olmaktan çok, toplumsal bir dönüşüm projesi olduğunu gösteriyor. Nadir metallerin çıkarılması ve işlenmesi sürecinde yaşanan sorunlar, sadece teknolojik değil, aynı zamanda toplumsal ve politik sorunlardır. Dolayısıyla çözüm de bu boyutları içeren bütüncül bir yaklaşımı gerektiriyor.

Doğal Hukuk ve İklim Adaleti: Yeni Bir Paradigma

Modern toplumun doğayla kurduğu tahakküm ilişkisini aşmak için, hukuk sistemimizi de yeniden düşünmemiz gerekiyor. Marx’ın yabancılaşma kavramı ve Bookchin’in sosyal ekoloji teorisi, bu yeniden düşünme sürecinin teorik temellerini oluştururken, Lex Naturalis (Doğal Hukuk) kavramı bize pratik bir yol gösteriyor. Bu kavram, insanlığın evrensel olarak doğadan türettiği hakları ve yükümlülükleri ifade ederken, Iustitia Climática (İklim Adaleti), bu hakların günümüz bağlamındaki yorumunu sunuyor.

Doğal hukuk, insanın doğayla uyum içinde yaşaması gerektiği fikrine dayanır. Ancak modern toplum, bu temel prensibi çoğu zaman göz ardı etmiş ve doğayı sömürülecek bir kaynak olarak görmüştür. Guattari’nin üç ekoloji yaklaşımıyla paralellik gösteren bu anlayış, doğanın sadece bir kaynak değil, aynı zamanda bir hak öznesi olduğunu kabul eden bir bakış açısını gerektirir. Yeni Zelanda’da Whanganui Nehri’nin bir tüzel kişilik olarak tanınması veya Ekvador’un doğayı Anayasa ile koruma altına alması, bu yaklaşımın somut örnekleridir.

İklim adaleti kavramı, bu hukuki dönüşümün toplumsal boyutunu oluşturur. The Rig dizisinde dramatik biçimde gösterildiği gibi, iklim krizinin çözümü için atılan adımlar, yeni adaletsizlikler yaratıyor. Gelişmiş ülkeler tarihsel olarak en fazla sera gazı emisyonundan sorumlu olsalar da, krizin en ağır bedelini gelişmekte olan ülkeler ödüyor. Yeşil teknolojiler için gerekli nadir metallerin çıkarılması sürecinde yaşanan çevresel tahribat da bu adaletsizliğin güncel bir örneği.

Bu noktada “Kirleten Öder İlkesi” (Polluter Pays Principle), doğal hukukun modern bir yansıması olarak karşımıza çıkar. Bu ilke, çevresel zararların maliyetlerinin sorumlularına yüklenmesini öngörürken, aslında daha derin bir etik anlayışı temsil eder: Doğaya verilen zarar, sadece ekonomik değil, aynı zamanda toplumsal ve ekolojik bir borçtur.

Bu hukuki ve etik çerçeve, küresel güç ilişkilerinin yeniden düşünülmesini de gerektiriyor. Doğal hukuk ve iklim adaleti perspektifinden bakıldığında, nadir metallerin çıkarılması ve işlenmesi sürecinde ortaya çıkan eşitsizlikler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda etik ve hukuki bir sorun olarak karşımıza çıkıyor. Gelişmiş ülkelerin “temiz” enerji ihtiyacı için küresel Güney’in doğal kaynaklarını ve ekosistemlerini feda etmek, doğal hukukun temel ilkelerine aykırı. Bu durum bizi, yeşil dönüşümün jeopolitik boyutunu daha yakından incelemeye yönlendiriyor.

Jeopolitik Güç İlişkileri ve Ekolojik Adalet

Vurgulamak gerekirse, modern toplumun doğa üzerinde kurduğu hakimiyet, küresel eşitsizlikleri derinleştiriyor. Bookchin’in toplumsal hiyerarşiler analizi, burada uluslararası ölçekte karşımıza çıkıyor: Gelişmiş ülkelerin “temiz” enerji ihtiyacı için Güney’in doğal kaynaklarını ve ekosistemlerini feda etmek, “ortak varlıkların trajedisi” (Tragoedia Res Communis) olarak adlandırılabilecek bir duruma yol açıyor.

Uluslararası Enerji Ajansı’nın 2040 projeksiyonları (lityum talebinde 42 kat, grafit talebinde 25 kat, kobalt talebinde 21 kat artış), bu tahakküm ilişkisinin giderek derinleşeceğine işaret ediyor. Ancak burada kritik olan nokta, bu artışın sadece teknik bir hesaplama değil, toplumsal bir tercih olduğunu görmek. 

Türkiye Örneği

Türkiye’nin Eskişehir Beylikova’daki nadir toprak elementi rezervleri, bu küresel dinamiklerin yerel yansımalarını anlamamıza yardımcı oluyor. British Geological Survey’in analizi, bu rezervin sadece %0.2 ila %2’sinin işlenebilir olduğunu gösterirken Harvey’in kent hakkı perspektifinden bakıldığında, bu rezervlerin işletilmesi kararı sadece teknik veya ekonomik değil, aynı zamanda politik bir mesele. Şu açık; yerel toplulukların çıkarları, küresel pazar dinamikleri ve ekolojik koruma arasındaki gerilim, yeni bir toplumsal müzakere alanı yaratıyor.

Sistemik Dönüşüm İçin Yol Haritası

Doğal hukuk ve iklim adaleti perspektifinden bakıldığında, döngüsel ekonomi “herkesin ortak malı” (Res Communis Omnium) ilkesinin modern bir yorumu olarak karşımıza çıkıyor. Yedi temel ilkesi – sürdürülebilir tedarik, çevreci tasarım, çevreci sanayi ve bölge, işlevsellik ekonomisi, sorumlu tüketim, kullanım süresinin uzatılması ve geri dönüşüm – aslında toplumun doğayla ilişkisini “ortak yaşam alanı” anlayışı üzerine yeniden inşa etmeyi hedefliyor.

Amsterdam’ın “donut ekonomisi” modeli bu yeni anlayışın somut bir örneği. Kent sakinleri, “kent hakkı” kavramıyla uyumlu biçimde, sadece tüketici olarak değil, kent ekonomisinin aktif şekillendiricileri olarak sürece dahil oluyorlar. Bu katılımcı yaklaşım, “Kentin Ruhu” (Genius Loci) kavramını ekolojik bir bağlamda yeniden yorumluyor.

Son dönemde ortaya atılan “15 dakikalık şehir” konsepti ise Guattari’nin üç ekoloji yaklaşımının kentsel ölçekteki bir uygulaması. Bu model, fiziksel mekanı (çevresel ekoloji), toplumsal ilişkileri (sosyal ekoloji) ve gündelik yaşam pratiklerini (öznel ekoloji) birlikte dönüştürmeyi hedefliyor. Temel ihtiyaçlara yürüme mesafesinde erişim sağlanması, hem karbon emisyonlarını azaltıyor hem de yerel topluluk bağlarını güçlendiriyor.

Bu dönüşümün başarılı olabilmesi için üç temel alanda eşzamanlı adımlar atılmalı. Birincisi, hukuki ve kurumsal düzenlemeler: “Kirleten öder” ilkesini caydırıcı yaptırımlarla destekleyen, aynı zamanda pozitif değişimi teşvik eden mekanizmalar oluşturulmalı. İhtiyatlılık ilkesi, özellikle derin deniz madenciliği gibi riskli alanlarda katı biçimde uygulanmalı. The Rig dizisinin dramatik biçimde gösterdiği felaket senaryosunun gerçeğe dönüşmemesi için, tüm devlet ve toplulukları kapsayan yeni bir Uluslararası Deniz Otoritesi oluşturulmalı.

İkinci alan, teknolojik inovasyon: Nadir metallerin kullanımını azaltan veya alternatif malzemeler geliştiren araştırmalara öncelik verilmeli. Rüzgar türbinlerinde ve güneş panellerinde kritik mineral kullanımını azaltan teknolojiler geliştirilmeli. Ancak bu teknolojik gelişmelerin sosyal ve ekolojik etkileri de kapsamlı biçimde değerlendirilmeli.

Üçüncü ve belki de en önemli alan, eğitim ve toplumsal farkındalık: Okullarda ekolojik okuryazarlık programları, kent bahçeleri ve permakültür uygulamaları ile yeni nesillerin doğayla olan ilişkisi  güçlendirebilir, yeniden kurulabilir. Bunun için de kent sakinlerinin karar alma süreçlerine aktif katılımı için şeffaf ve katılımcı mekanizmalar oluşturulmalı.

Bütünsel Bir Yaklaşıma Doğru

Her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu ilkesi (Universitas Rerum), ekolojik sorunların çözümünde de bize yol gösterici. Tüm pratik öneriler, ancak birbiriyle uyumlu ve bütünsel bir yaklaşımın parçaları olarak işlev görebilir. Bu bütünsellik anlayışı, “parçaların toplamından daha büyük bütün” ilkesiyle de örtüşüyor.

Kent yaşamının farklı katmanlarındaki dönüşüm, bu bütünsel yaklaşımın somut bir örneği. Bir kentin elektrik ihtiyacının güneş enerjisiyle karşılanması planlanırken, sadece karbon emisyonlarının azaltılması değil, güneş panellerinin üretimi için gerekli nadir metallerin tedarik zinciri, çevresel etkiler ve atık yönetimi de “bütünün doğası” perspektifinden değerlendirilmeli.

Ancak günümüz dünyasında bu bütünsel yaklaşımın önünde ciddi engeller var. Küresel siyasetin giderek kutuplaşan yapısı, kimlik siyasetinin yükselişi ve toplumların “biz” ve “onlar” şeklinde bölünmesi, ortak sorunlar karşısında ortak çözümler üretme kapasitemizi zayıflatıyor.

Bu parçalanma, çevre mücadelesinin en tehlikeli biçimde araçsallaştırılmasına da yol açıyor. Ormanları yakmayı bir “özgürlük mücadelesi” olarak görenlerin siyasi temsilcilerinin kendilerini “ekolojist” olarak tanımlamaları, diğer yandan çevre hassasiyetinin dar grup çıkarları için retorik bir araca dönüştürülmesi, “yeşil yıkama“nın en çarpıcı örnekleri. Bu ikiyüzlülük, çevre mücadelesinin meşruiyetini zedeliyor ve toplumsal güven zeminini aşındırıyor.

Bu çelişki, küresel ölçekte de kendini gösteriyor. Avrupa Birliği’nin Yeşil Taksonomi çerçevesi örneğinde olduğu gibi, yenilenebilir enerji projelerinin tedarik zincirindeki çevresel ve sosyal etkiler çoğu zaman göz ardı ediliyor. “İyi niyet ilkesi” (Bona Fides), stratejik ve ekonomik çıkarların gölgesinde kalıyor. Özellikle nadir metallerin çıkarımı ve işlenmesi sırasında yaşanan çevresel tahribat ve insan hakları ihlalleri, yeşil politikaların samimiyetini sorgulanır hale getiriyor.

Kent yaşamının farklı katmanlarındaki dönüşüm, bu çelişkileri aşmanın yollarını arıyor. Bir kentin elektrik ihtiyacının güneş enerjisiyle karşılanması planlanırken, tüm yaşam döngüsünü kapsayan bütüncül bir değerlendirme gerekiyor. Bu yaklaşım, kent sakinlerinin “ortak iyilik” (Bonum Commune) için aktif katılımını ve şeffaf karar alma mekanizmalarını zorunlu kılıyor.

Sonuç: Parçalanmış Dünyada Bütünsel Bir Vizyon

Gerçeklerden hukuk doğar (Ex Facto Ius Oritur) ilkesi, bugün her zamankinden daha çok anlam kazandı. İklim krizinin karmaşıklığı ve toplumsal parçalanmanın derinliği, bizi yeni bir sentez arayışına zorluyor. Basit çözümlerin yetersizliği artık açık; ancak daha da önemlisi, samimiyetsiz yeşil politikaların ve araçsallaştırılmış çevre mücadelelerinin yarattığı güven erozyonunu da aşmak zorundayız.

Bu noktada “doğanın gerçekleri” (Veritas Naturae), kimlik siyasetinin yapay bölünmelerinin ötesine geçen bir ortak zemin sunuyor. Modern kent yaşamının yarattığı yabancılaşmayı aşmak, “doğayla uyum içinde yaşama sanatı” olarak, salt teknik bir mesele değil, aynı zamanda parçalanmış toplumsal dokuyu onarmak için bir fırsat. Kentleri “yaşayan bir organizma” (Corpus Vivens) olarak görmek, dar grup çıkarlarının ötesine geçen kolektif bir bilinç gerektiriyor.

Değişim kolay olmayacak, özellikle de çevre mücadelesinin içinin boşaltıldığı, evrensel değerlerin araçsallaştırıldığı ve küresel iklim müzakerelerinin “söz verme/taahhütlerde bulunma” ritüellerine dönüştüğü bir dönemde. Gerçekten de küresel iklim müzakerelerinin içine düştüğü çıkmaz, sistemin temel çelişkilerini gözler önüne seriyor. COP toplantıları, giderek “söz verme ritüeline” dönüşüyor ve sözler tutulmuyor, hedefler sürekli erteleniyor. Bu arada Gazze’den Yemen’e, Ukrayna’dan Sudan’a uzanan çatışma bölgelerinde doğa, modern savaş teknolojilerinin yıkıcı gücü altında geri dönüşü olmayan yaralar alıyor.

Daha da kaygı verici olan, küresel elitlerin giderek “seçilmiş kurtuluş” stratejisine yönelmeleri. Mars kolonileri hayalinden iklim felaketine dayanıklı lüks sığınaklara, yapay zeka destekli yaşam alanlarından özel ada topluluklarına uzanan bu “yeni Nuh’un Gemisi” projeleri, insanlığın ortak kaderini parçalama girişiminden başka bir şey değil.

Ancak, bu noktada “zorunluluktan erdem doğar” ilkesi bize yol gösterebilir. Bu kriz anı, çevre mücadelesinin özünü yeniden düşünmek, onun toplumsal ve ekolojik boyutlarını bütünsel biçimde ele almak ve Ekokırım kavramının bağlayıcı bir norm haline gelmesi, çevre mücadelesini retorik düzeyden eylem düzeyine taşınması için bir fırsat olabilir. Çevre hareketinin karşı karşıya olduğu çelişki ve zorlukları kabul ederken, aynı zamanda bu zorlukların ötesine geçen bir vizyonu da korumak; ihtiyacımız olan bu.

Dünyanın çeşitli yerlerinde gelişen inisiyatifler, “iyiye doğru değişimin” hala mümkün olduğunu gösteriyor. Değişim, kimlik siyasetinin dar kalıplarını aşan, ekolojik dengeyi, ekonomik refahı ve sosyal adaleti “yaşamın bütünlüğü” içinde gözeten yeni bir vizyonu gerektirirken, aynı zamanda bizi sadece doğanın bir parçası olduğumuzu hatırlamaya değil, aynı zamanda ortak geleceğimiz için samimi ve bütünsel bir mücadeleye davet ediyor.

 

Kavramlar

Donut Ekonomisi, ekonomist Kate Raworth tarafından geliştirilmiş bir model. Ekonomik faaliyetlerin sosyal ihtiyaçları karşılamak için gezegenin ekolojik sınırlarını aşmadan nasıl sürdürülebilir hale getirilebileceğini gösterir. Donut şekli, iç çemberin temel insani ihtiyaçları (eğitim, sağlık, barınma) ve dış çemberin gezegenin sınırlarını (iklim değişikliği, biyolojik çeşitlilik kaybı) temsil ettiği bir görselleştirme sağlar. (Kaynak: Raworth, K. (2017). Doughnut Economics: Seven Ways to Think Like a 21st-Century Economist.)

15 dakikalık şehir konsepti, Paris Belediye Başkanı Anne Hidalgo tarafından popülerleştirilmiş bir kentsel planlama yaklaşımı. Bu konsept, bir şehirde yaşayan herkesin temel ihtiyaçlarını (iş, eğitim, sağlık, alışveriş, eğlence) 15 dakikalık bir yürüyüş veya bisiklet mesafesinde karşılayabilmesini, karbon emisyonlarını azaltmayı ve yerel toplulukları güçlendirmeyi amaçlar. (Kaynak: Moreno, C. (2020). The 15-Minute City: A New Urban Planning Model.)

Kirleten Öder İlkesi (Polluter Pays Principle) çevreye zarar veren kişi veya kuruluşların bu zararın maliyetini üstlenmesi gerektiğini ifade eden bir çevre politikası ilkesidir. İlk olarak 1972 Stockholm Çevre Konferansı’nda benimsenmiş ve OECD tarafından detaylandırılmıştır. Bu ilke, çevreyi korumak için ekonomik teşvikler yaratmayı ve zarar verenleri caydırmayı amaçlar. (Kaynak: OECD (1972). Recommendation on Guiding Principles Concerning International Economic Aspects of Environmental Policies)

Döngüsel ekonomi, mevcut doğrusal (lineer) üretim-tüketim modelinin (al, yap, at) aksine, kaynakların yeniden kullanımı, geri dönüşüm ve üretim süreçlerinin atık üretmeyecek şekilde tasarlanmasını hedefleyen bir ekonomik sistem. Bu model, kaynak israfını en aza indirirken ekonomik büyümeyi teşvik etmeyi amaçlar. (Kaynak: Ellen MacArthur Foundation (2013). Towards the Circular Economy)

Felix Guattari’nin üç ekoloji kavramı, çevresel, toplumsal ve zihinsel süreçlerin birbirinden ayrılamaz bir şekilde bağlantılı olduğunu öne sürer. Guattari’ye göre, ekolojik krizler yalnızca çevresel değil, aynı zamanda toplumsal hiyerarşiler ve bireysel bilinç düzeyindeki krizlerin bir yansımasıdır. Bu nedenle, çözüm bütüncül bir yaklaşımı gerektirir. (Kaynak: Guattari, F. (1989). The Three Ecologies)

Yeni Zelanda’daki Whanganui Nehri, 2017 yılında dünyanın tüzel kişilik kazanan ilk nehri oldu. Bu karar, yerel Maori halkının nehirle olan kültürel ve manevi bağlarını tanıyan ve koruyan bir yasal düzenlemedir. Nehir artık kendi adına yasal haklar talep edebilir ve korunması için temsilciler atanmıştır. (Kaynak: Te Awa Tupua (Whanganui River Claims Settlement) Act 2017)