Uluslararası Adalet Divanı’nın 23 Temmuz 2025 Tarihli İklim Kararı: AİHM ve ITLOS’tan Sonra Küresel İklim Hukukunun Tamamlanması

Uluslararası Adalet Divanı’nın 23 Temmuz 2025 Tarihli İklim Kararı: AİHM ve ITLOS’tan Sonra Küresel İklim Hukukunun Tamamlanması


Özet

23 Temmuz 2025’te Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD) oybirliğiyle verdiği iklim danışma görüşü, küresel iklim hukukunun temel taşlarını yerli yerine oturtmuştur. Bu karar, Nisan 2024’te AİHM’nin KlimaSeniorinnen v. Switzerland ve Mayıs 2024’te ITLOS’un küçük ada devletleri kararlarıyla birlikte, iklim koruma yükümlülüklerinin artık tartışmasız hukuki zemine kavuştuğunu göstermektedir.

UAD, iklim değişikliğini “varoluşsal tehdit” olarak nitelendirirken, devletlerin hem anlaşma hukuku hem de teamül hukuku gereği “katı özen standardı” ile iklim sistemini koruma yükümlülüğü altında olduğunu tespit etmiştir. Paris Anlaşması’nın 1,5°C hedefi artık hukuki zorunluluk taşırken, temiz ve sağlıklı çevrede yaşama hakkının evrensel insan hakkı olduğu teyit edilmiştir.

Türkiye açısından bu gelişmeler, 3 Temmuz 2025’te İklim Kanunu’nun kabulünden sadece 10 gün sonra zeytinliklerin madenciliğe açılması gibi çelişkili politikaların acilen gözden geçirilmesi ihtiyacını ortaya koymaktadır. UAD sürecine hiçbir şekilde katılmamış olmak da iklim diplomasisindeki konumunu zayıflatmıştır.

Öngörülen Sürecin Gerçekleşmesi

23 Temmuz 2025 tarihinde Uluslararası Adalet Divanı’nın (UAD/ICJ) iklim değişikliği konusunda oybirliğiyle verdiği danışma görüşü, uluslararası çevre hukuku açısından bir dönüm noktası niteliği taşıyor. Bu karar, on altı ay önce Nisan 2024’te kaleme aldığımız yazıda öngördüğümüz emsal zincirinin son halkasını oluşturarak, küresel iklim hukukunun temel taşlarını yerli yerine oturtmuş durumda.

Nisan 2024’te AİHM’nin KlimaSeniorinnen v. Switzerland kararından sonra 21 Mayıs 2024’te ITLOS’un küçük ada devletleri başvurusu üzerine verdiği danışma görüşü, ardından da UAD’nin bu tarihî kararı ile uluslararası hukukta iklim sorumluluğunun çerçevesi netleşmiş bulunuyor. Bu süreç, sadece hukuki değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasi bir dönüşümün de işareti olarak karşımızda duruyor.

Uluslararası Adalet Divanı’nın Yapısı ve Danışma Görüşlerinin Hukuki Etkisi

Birleşmiş Milletler’in ana yargı organı olan UAD, The Hague’da faaliyet gösteren ve 15 yargıçtan oluşan uluslararası hukukun en üst düzey mahkemesidir. BM Şartı’nın 96. maddesi uyarınca, BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi doğrudan danışma görüşü talep edebilirken, diğer BM organları Genel Kurul’un yetkilendirmesiyle bu hakkı kullanabilir.

Danışma görüşleri kural olarak bağlayıcı olmasa da, büyük hukuki ağırlık ve ahlaki otorite taşır. Modern uluslararası hukuk doktrini, bu görüşlerin teamül hukukunun belirlenmesinde, devlet uygulamalarının şekillendirilmesinde ve ulusal mahkemelerin kararlarında güçlü bir etki yarattığını kabul etmektedir. UAD’nin çevre konulu önceki içtihatları da bu gücü kanıtlamış; Nuclear Weapons (1996), Gabčíkovo-Nagymaros (1997) ve Whaling in the Antarctic (2014) kararları uluslararası çevre hukukunun gelişiminde milat teşkil etmiştir.

Vanuatu’nun Öncülüğünden UAD Kararına Giden Süreç

İklim değişikliği danışma görüşü süreci, 2019’da Fiji’deki hukuk öğrencilerinin girişimiyle başlamıştır. Vanuatu hükümeti 2021’de bu girişimi sahiplenerek, 18 ülkeden oluşan bir çekirdek grup oluşturmuş ve kampanya büyük bir ivme kazanarak 132 ülkenin ortak sponsorluğunu almıştır. BM Genel Kurulu, 29 Mart 2023 tarihinde aldığı A/RES/77/276 sayılı kararla, fikir birliği (consensus) ile UAD’den danışma görüşü talep etmiştir.

UAD’ye yöneltilen iki temel soru, devletlerin iklim sistemini ve çevrenin diğer bölümlerini insan kaynaklı sera gazı emisyonlarından koruma yükümlülüklerini ve bu yükümlülüklerin ihlalinin hukuki sonuçlarını kapsamaktadır. Özellikle küçük ada devletleri ve gelecek nesillerin hakları vurgulanmıştır.

Davaya katılım UAD tarihinde rekor düzeyde gerçekleşmiştir. 91 devlet yazılı beyan sunmuş, 97 devlet ve 11 uluslararası örgüt sözlü duruşmalarda yer almıştır. Bu geniş katılım içerisinde Türkiye’nin hiçbir şekilde sürece katılmaması, dikkat çekici bir eksiklik olarak karşımızda durmaktadır.

UAD’nin Tarihi Kararı

UAD’nin yaklaşık 150 sayfalık kapsamlı danışma görüşü, iklim değişikliği konusundaki devlet yükümlülüklerini hem anlaşma hukuku hem de teamül uluslararası hukuku çerçevesinde ele almıştır. Mahkeme, iklim değişikliğini “varoluşsal bir tehdit” olarak nitelendirerek, devletlerin bu konudaki sorumluluklarını geniş bir perspektifle değerlendirmiştir.

Kararın en önemli yönlerinden biri, temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir bir çevrede yaşamanın insan hakkı olduğunu açıkça teyit etmesidir. Bu tespit, AİHM’nin Nisan 2024’teki KlimaSeniorinnen v. Switzerland kararıyla paralel bir çizgide olmasının yanı sıra, bu hakkın evrensel niteliğini vurgulaması bakımından da kritik önem taşımaktadır.

UAD, devletlerin iklim sistemini koruma konusundaki yükümlülüklerinin sadece kendi vatandaşlarına karşı değil, mevcut ve gelecek kuşakların tamamına karşı olduğunu belirterek, iklim adaletinin hukuki temellerini güçlendirmiştir. Mahkeme’nin “özen yükümlülüğü” kavramına getirdiği yorumlar da dikkat çekicidir. UAD, iklim değişikliğinin ciddi ve geri döndürülemez zarar verme riskinin yüksek olduğunu göz önünde bulundurarak, devletlerin bu konudaki özen standardının “katı” olması gerektiğini vurgulamıştır.

ITLOS 2023 Judges (https://www.itlos.org/en/main/latest-news/)

ITLOS’tan UAD’ye: Tamamlanan Hukuki Çerçeve

ITLOS’un 21 Mayıs 2024’teki danışma görüşü ile UAD’nin Temmuz 2025 kararı arasındaki bağlantı, uluslararası iklim hukukunun sistemli bir şekilde inşa edildiğini göstermektedir. ITLOS, sera gazı emisyonlarının Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi kapsamında deniz çevresinin kirlenmesi anlamına geldiğini tespit ederken, UAD bu yaklaşımı daha geniş bir çerçeveye taşımıştır.

ITLOS’un “atmosfere yapılan antropojenik sera gazı emisyonları deniz çevresinin kirlenmesini teşkil eder” yönündeki tespiti, UAD tarafından tüm çevresel sistem için genelleştirilerek, sera gazlarının çevresel kirlilik oluşturduğu anlayışının pekiştirilmesi sağlanmıştır. Bu durum, iklim değişikliğine neden olan faaliyetlerin artık uluslararası hukukta açık bir şekilde kirlilik olarak kabul edildiği anlamına gelmektedir.

Her iki mahkeme de “gerekli özenin gösterilmesi” konusunda benzer yaklaşımlar sergilemiştir. ITLOS’un deniz çevresi için öngördüğü “katı” özen standardı, UAD tarafından genel çevre koruması için de benimsenmiştir. Bu yaklaşım, devletlerin iklim koruma konusundaki yükümlülüklerinin gevşek yorumlanamayacağını, aksine mümkün olan en yüksek standardın uygulanması gerektiğini ortaya koymaktadır.

AİHM’nin 9 Nisan 2024’teki KlimaSeniorinnen v. Switzerland kararı da bu sürecin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. AİHM, iklim korumasını insan hakları perspektifinden ele alarak, devletlerin iklim değişikliğine karşı “pozitif yükümlülükler” altında olduğunu belirtmiştir. Bu üç mahkemenin yaklaşımları birlikte değerlendirildiğinde, iklim yükümlülüklerinin artık soyut hedef niteliğinde değil, maddi ve uygulanabilir nitelik kazandığı görülmektedir.

Paris Anlaşması’nın Hukuki Dönüşümü

UAD’nin kararı, Paris Anlaşması’nın hukuki niteliği konusunda önemli bir netlik getirmiştir. Mahkeme, Paris Anlaşması’na taraf devletlerin 1,5°C hedefine uygun önlemler alma yükümlülüğünün hukuki zorunluluk taşıdığını açıkça belirtmiştir. Bu tespit, Paris Anlaşması’nın “yumuşak hukuk(soft law) olduğu yönündeki tartışmalara son noktayı koyması bakımından kritik önem taşımaktadır.

Mahkeme’nin ulusal katkı beyanları (NDC) konusundaki yaklaşımı da dikkat çekicidir. UAD, devletlerin NDC’lerini hazırlarken ve güncellerken “en yüksek mümkün hırsa” sahip olma yükümlülüğü bulunduğunu vurgulamıştır. Bu yaklaşım, devletlerin iklim taahhütlerini belirlerken keyfi davranamayacağını, bilimsel verilere ve mümkün olan en ileri düzeydeki azaltım hedeflerine dayanması gerektiğini ortaya koymaktadır.

Kararın teamül hukuku boyutu da özellikle önem taşımaktadır. UAD, iklim sisteminin korunmasına yönelik yükümlülüklerin sadece anlaşma hukukundan değil, aynı zamanda teamül uluslararası hukukundan da kaynaklandığını tespit etmiştir. Bu durum, iklim koruma yükümlülüklerinin artık evrensel nitelik kazandığı anlamına gelmektedir. Böylece, herhangi bir iklim anlaşmasına taraf olmayan devletler dahi teamül hukuku gereği iklim koruma sorumluluğu altında bulunmaktadır.

Sorumluluk Rejiminin Kurulması ve Hukuki Sonuçlar

UAD’nin kararının ITLOS’tan en önemli farkı, hukuki sonuçlar ve sorumluluk rejimi konusunda ayrıntılı düzenlemeler getirmesidir. ITLOS kararında eksik kalan bu boyut, UAD tarafından kapsamlı bir şekilde ele alınmıştır. Mahkeme, iklim yükümlülüklerini ihlal eden devletlerin uluslararası sorumluluğunun doğacağını ve bunun sonucunda tazminat, iade ve özür/kınama yükümlülüklerinin ortaya çıkacağını belirtmiştir.

Mahkeme’nin nedensellik bağı konusundaki yaklaşımı özellikle dikkat çekicidir. UAD, “hukuka aykırı fiil ile zarar arasında yeterince doğrudan ve kesin bir nedensellik bağının gösterilmesi” koşulunu getirmekle birlikte, iklim değişikliği bağlamında bu bağın kurulmasında esnek bir yaklaşım benimsemiştir. Ulusal hukuk sistemlerinin aksine, UAD iklim zararlarında nedensellik bağının çoklu faktörlere dayalı olarak değerlendirilebileceğini ve kümülatif emisyonların toplu etkisinin dikkate alınması gerektiğini belirtmiştir. Bu yaklaşım, geleneksel hukuki nedensellik anlayışından farklı olarak, iklim değişikliğinin küresel ve çok aktörlü doğasını hesaba katan yenilikçi bir yaklaşım sunmaktadır.

Gelecek kuşaklar perspektifi de UAD kararının öne çıkan yönlerinden biridir. Mahkeme, devletlerin iklim koruma yükümlülüklerinin sadece mevcut kuşaklara karşı değil, aynı zamanda gelecek kuşaklara karşı da bulunduğunu vurgulamıştır. Bu yaklaşım, iklim hukukunun nesiller arası adalet ilkesi üzerine inşa edildiğini göstermektedir. 

Küresel Katılım ve Türkiye’nin Kayda Değer Yokluğu

UAD’nin iklim değişikliği danışma görüşü süreci, uluslararası hukuk tarihinin en geniş katılımlı davası olma özelliği taşımaktadır. Mahkeme’ye 91 devlet yazılı beyan sunmuş, 97 devlet ve 11 uluslararası kuruluş sözlü duruşmalarda yer almıştır. Bu rakamlar, iklim değişikliği konusundaki küresel duyarlılığın ve hukuki çerçeve arayışının boyutlarını gözler önüne sermektedir.

Bu geniş katılım içerisinde Türkiye’nin yokluğu ise dikkat çekici bir durum olarak karşımızda durmaktadır. ABD, Çin, Rusya, Suudi Arabistan gibi emisyon konusunda tartışmalı konumda bulunan devletler bile sürece yazılı veya sözlü katkı sunmuşken, Türkiye’nin hiçbir şekilde görüş bildirmemesi, iklim diplomasisi açısından kayda değer bir eksiklik olarak değerlendirilebilir.

Bu durum, özellikle Türkiye’nin aynı dönemde İklim Kanunu’nu kabul etmesi ve ardından da zeytinlikleri madenciliğe açan düzenlemeler yapması ile birlikte ele alındığında, iklim politikalarındaki tutarsızlığın uluslararası boyutuna ışık tutmaktadır. Türkiye’nin UAD sürecine katılmaması, küresel iklim hukuku tartışmalarından dışarıda kalması anlamına gelirken, aynı zamanda bu alandaki gelişmeleri etkileme fırsatını da kaçırmış olduğunu göstermektedir.

Türkiye’nin İklim Hukuku Açmazı

UAD’nin kararı, Türkiye açısından önemli hukuki ve siyasi sonuçlar doğurmaktadır. Her şeyden önce, teamül hukuku yükümlülüklerinin evrensel nitelik taşıması, Türkiye’nin herhangi bir iklim anlaşmasına taraf olup olmamasından bağımsız olarak iklim koruma sorumluluğu altında bulunduğu anlamına gelmektedir.

2025 yazının Türkiye açısından en çarpıcı yönü, iklim politikalarındaki çelişkilerin doruğa çıkmış olmasıdır. 3 Temmuz 2025’te İklim Kanunu’nun kabul edilmesi ile Paris Anlaşması yükümlülüklerinin iç hukuka yansıtılması, olumlu bir gelişme olarak görülebilirken, hemen akabinde Maden Kanunu’nda yapılan değişiklikler ile zeytinliklerin madenciliğe açılması, ters yönde bir politika değişikliğini işaret etmektedir.

Bu çelişki, UAD’nin Paris Anlaşması’nın bağlayıcı nitelikte olduğu yönündeki tespiti ışığında daha da belirgin hale gelmektedir. Türkiye, bir yandan Paris Anlaşması kapsamındaki yükümlülüklerini iç hukukta teyit ederken, öte yandan karbon yutaklarını (ormanlar, zeytinlikler) tahrip edecek düzenlemeler yapmakla UAD’nin tespit ettiği özen yükümlülüğünü açıkça ihlal etmektedir.

Maden Kanunu değişiklikleri, özellikle UAD’nin “çevreye ciddi zarar verilmesini önleme” yükümlülüğü tespiti karşısında savunulamaz bir durum oluşturmaktadır. Zeytinliklerin “taşınabileceği” yönündeki ifadeler, UAD’nin ekosistemlerin bütünlüğü konusundaki vurguları ile çelişki içinde bulunmaktadır. Mahkeme’nin ekosistem temelli yaklaşımı ve ihtiyatlılık ilkesi vurgusu, bu tür uygulamaların hukuki dayanaktan yoksun olduğunu gösteriyor.

Uluslararası Sözleşmelere Aykırılık Sorunu

UAD’nin kararı, Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler açısından da önemli sorumluluklarını gündeme getirmektedir. Bern Sözleşmesi ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi kapsamındaki yükümlülükler, sit alanları, ormanlar ve meralar gibi koruma statüsündeki bölgelerde madencilik faaliyetlerine sınırlama getirmektedir. UAD’nin bu sözleşmelerin iklim koruma yükümlülükleri ile bütünlük arz ettiği yönündeki tespiti, mevcut düzenlemeleri hukuki açıdan sorunlu hale getirmektedir.

Paris Anlaşması kapsamındaki karbon yutaklarının korunması, ekosistem temelli uyum ve sürdürülebilir arazi kullanımı yükümlülükleri de bu değişiklikler ile çelişki halinde bulunmaktadır. UAD’nin Paris Anlaşması’nın bağlayıcı nitelikte olduğu yönündeki net tespiti, Türkiye’nin bu konudaki politika değişikliklerini uluslararası hukuk ihlali kapsamına sokmaktadır.

Türkiye’nin uluslararası iklim taahhütleri açısından 2023’te güncellenen NDC hedefleri de UAD kriterlerine göre yetersiz kalmaktadır. Referans senaryoya göre %41 azaltım hedefi, “artıştan azaltım” metodolojisini kullanmakta ve emisyonların 2038’e kadar artmasına izin vermektedir. UAD’nin “en yüksek mümkün hırs” standardı karşısında bu yaklaşım, revize edilme ihtiyacını ortaya koymaktadır.

Hukuki Mücadele İmkanları ve Gelecek Perspektifi

UAD’nin kararı, iklim hukuku alanında yeni hukuki mücadele imkanları da yaratmaktadır. Mahkeme’nin devletlerin iklim koruma yükümlülüklerini net bir şekilde tanımlaması, bu yükümlülüklerin ihlal edilmesi halinde hem ulusal hem de uluslararası düzeyde hukuki başvuru imkanlarını güçlendirmektedir.

Türkiye açısından bu durum, torba yasaya dayalı olarak alınacak idari işlemlerin (maden ruhsatları, kamulaştırma kararları) mahkemeler önünde dava konusu edilebileceği anlamına gelmektedir. Bu davalarda, kanun hükmünün Anayasa’ya aykırılığının yanı sıra UAD kararı kapsamında uluslararası hukuka aykırılığı da ileri sürülebilecektir.

UAD’nin kararı, aynı zamanda yerel halkın çevre hakkı konusundaki iddialarını güçlendirecek niteliktedir. Mahkeme’nin temiz, sağlıklı ve sürdürülebilir çevrede yaşamanın insan hakkı olduğu yönündeki tespiti, bu hakkın ihlaline karşı hukuki başvuru imkanlarını genişletmektedir.

UAD’nin Nihai Hükmü: İki Soruya Oybirliğiyle Yanıt

Uluslararası Adalet Divanı (UAD), Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından yöneltilen iki temel soruya oybirliğiyle yanıt vermiştir. Bu karar, küresel iklim hukukunun artık tartışmasız ve yapılandırılmış bir normatif zemine kavuştuğunu gösteren tarihi bir belge niteliğindedir.

Birinci soruya (devletlerin iklim koruma yükümlülükleri) verilen yanıtta Mahkeme, beş temel kategoride hukuki yükümlülük tespitinde bulunmuştur:

A) Sözleşme Temelli Yükümlülükler:

İklim değişikliğiyle ilgili çok taraflı çevre anlaşmalarından kaynaklanan bağlayıcı yükümlülükler kapsamında, özellikle Paris Anlaşması’na taraf devletlerin:

  • Özen yükümlülüğü çerçevesinde, anlaşmada belirlenen sıcaklık hedeflerine yeterli katkıyı sağlayabilecek tedbirleri alma,

  • “Art arda gelen ve ilerici” nitelikte ulusal katkı beyanları (NDC) hazırlama, bildirme ve sürdürme,

  • Bu beyanların toplamda küresel ısınmayı sanayi öncesi döneme göre 1,5°C ile sınırlama hedefiyle uyumlu olması

şeklinde yükümlülüklere sahip oldukları belirtilmiştir.

B) Teamül Hukukundan Kaynaklanan Yükümlülükler:

Devletler, uluslararası teamül hukukunun genel ilkeleri uyarınca:

  • Kendi yetki ve denetimleri altındaki faaliyetlerin iklim sistemine ve çevrenin diğer bileşenlerine ciddi zarar vermesini önlemek için,

  • “Ortak fakat farklılaştırılmış sorumluluklar ve göreli kapasiteler” ilkesine uygun biçimde, özen yükümlülüğü ile hareket etme,

  • Zararın önlenmesi için sürekli ve iyi niyetli işbirliğinde bulunma

yükümlülüklerini taşımaktadır.

C, D ve E) Diğer Sözleşmesel ve Normatif Kaynaklardan Doğan Yükümlülükler:

UAD, ayrıca şu çerçevelerin de devletlere iklim sistemini koruma yönünde yükümlülükler yüklediğini tespit etmiştir:

  • Viyana Sözleşmesi, Montreal Protokolü ve Kigali Değişikliği,

  • Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi,

  • Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS),

  • Uluslararası insan hakları hukuku.

Bu çerçevede, çevrenin ve iklim sisteminin korunması, deniz çevresinin muhafazası, biyolojik çeşitliliğin sürdürülebilirliği ve temel insan haklarının etkin biçimde sağlanması arasındaki kesişimsel bağ vurgulanmıştır.

İkinci soruya (yükümlülük ihlallerinin hukuki sonuçları) verilen yanıt ise, devlet sorumluluğu doktrininin iklim hukuku alanına doğrudan uygulanabilirliğini ortaya koymaktadır:

Birinci soruda belirlenen yükümlülüklerden herhangi birinin bir Devlet tarafından ihlali, o Devletin uluslararası hukuka aykırı fiilinden doğan sorumluluğunu gündeme getirir. Sorumlu Devlet, ihlal edilen yükümlülüğü yerine getirmeye devam etmekle yükümlüdür. Uluslararası hukuka aykırı fiilin işlenmesinden doğan hukuki sonuçlar şunları içerebilir:

    • (a) Hukuka aykırı eylem veya ihmallerin sürmesi hâlinde bunların derhal sona erdirilmesi;
    • (b) Gerekli hâllerde, tekrarını önlemek amacıyla güvence ve teminat verilmesi;
    • (c) Devlet sorumluluğu hukukunun genel koşullarının sağlanması kaydıyla – bunlar arasında hukuka aykırı fiil ile meydana gelen zarar arasında yeterince doğrudan ve açık bir nedensellik bağının kurulabilmesi de dahil olmak üzere – zarar gören Devletlere iade, tazminat ve manevi telafi yoluyla tam onarım sağlanması.
Bu hüküm, iklim değişikliğine neden olan faaliyetlerin artık uluslararası hukukta açık biçimde “hukuka aykırı fiil” kapsamında değerlendirilebileceğini ve bu fiillerin somut hukuki sonuçlar doğuracağını teyit etmektedir. Özellikle Mahkeme’nin “yeterince doğrudan ve açık” nedensellik ölçütünü benimsemesi, iklim zararlarının çok faktörlü doğasını gözeten ve gelecekteki iklim davalarına güçlü bir hukuki zemin sunan önemli bir yaklaşımdır.

Küresel İklim Hukukunun Yeni Dönemi

UAD’nin kararı ile birlikte 2025 yılı, küresel iklim hukukunun kurumsallaştığı bir yıl olarak tarihe geçmiştir. AİHM’nin insan hakları, ITLOS’un deniz hukuku ve UAD’nin genel uluslararası hukuk perspektiflerinin bir araya gelmesi ile iklim koruma yükümlülüklerinin çok boyutlu hukuki çerçevesi tamamlanmıştır.

Bu gelişmeler, ulusal mahkemelere güçlü emsal teşkil edecek niteliktedir. Dünya genelinde artan iklim davaları için UAD’nin kararı, hem hukuki dayanak hem de rehber işlevi görecektir. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin ve küçük ada devletlerinin iklim zararları nedeniyle tazminat talepleri, UAD’nin sorumluluk rejimi tespitleri sayesinde daha güçlü hukuki temellere kavuşmuştur.

Her üç mahkemenin de (AİHM, ITLOS, UAD) “sıkı özen” standardını benimsemesi, 1.5°C hedefine sistematik atıf yapması ve IPCC raporlarını hukuki değerlendirmelerinde temel alması, uluslararası iklim hukukunda tutarlı bir yaklaşımın oluştuğunu göstermektedir. Bu tutarlılık, farklı hukuk dallarının birbirini desteklediği bütünsel bir hukuki çerçevenin geliştiğinin işaretidir.

Sonuç: Tamamlanan Zincir ve Gelecek Sorumlulukları

Nisan 2024’te AİHM’nin KlimaSeniorinnen v. Switzerland kararından başlayarak öngördüğümüz emsal zinciri, UAD’nin 23 Temmuz 2025 tarihli kararı ile tamamlanmıştır. Bu süreç, iklim adaleti kavramının uluslararası hukukta kalıcı yer bulduğunu ve devletlerin iklim koruma konusundaki sorumluluklarının artık tartışmasız hale geldiğini göstermektedir.

UAD’nin kararı, hem anlaşma hukuku hem de teamül hukuku açısından devletlerin iklim sistemi koruma yükümlülüğünü net bir şekilde tanımlamıştır. Paris Anlaşması’nın bağlayıcı hale gelmesi, özen yükümlülüğünün katı standardının kabul edilmesi ve sorumluluk rejiminin kurulması ile iklim hukuku artık olgun bir hukuk dalı niteliği kazanmıştır.

Türkiye açısından ise bu gelişmeler, iklim politikalarında tutarlılık ve uluslararası yükümlülüklere uyum konusunda acil adımlar atılması gerekliliğini ortaya koymaktadır. 9 Temmuz 2025’te İklim Kanunu’nun kabul edilmesinin hemen ardından zeytinlikleri linyit madenciliğine açan düzenlemeler (19 Temmuz 2025), UAD’nin tespit ettiği yükümlülükler karşısında ciddi tutarsızlık arz etmektedir.

Bu durum, sadece hukuki değil, aynı zamanda iklim diplomasisi ve uluslararası itibar açısından da dikkat edilmesi gereken noktaları içermektedir. UAD sürecine hiçbir şekilde katılmamış olmanın yanı sıra, karara kısmen aykırı düzenlemeler yapmak, Türkiye’yi iklim hukuku konusunda izole konuma sokma riski yaratmaktadır.

Gelecek dönemde Türkiye’nin, UAD kararının getirdiği yükümlülükler ışığında mevzuat uyumunu tamamlaması ve uluslararası iklim hukuku ile uyumlu politikalar geliştirmesi önem arz etmektedir. Bu durum, sadece hukuki bir zorunluluk değil, aynı zamanda gelecek kuşaklara karşı sorumluluk ve küresel iklim adaletine katkı açısından da kritik önem taşımaktadır.

Türkiye Ne Yapmalı? 

Türkiye’nin iklim politikalarındaki temel sorunu hedef ve araçlar arasındaki tutarsızlıktır. İklim Kanunu’nun kabulü ile zeytinliklerin madenciliğe açılması arasındaki 10 günlük süre, sistemin kendi içinde çelişkili sinyaller verdiğini göstermektedir. Bu noktada İtalya’nın 2015-2025 dönemindeki dönüşümü, Türkiye için önemli dersler barındırmaktadır.

Stratejik İradenin Netleştirilmesi ve Anayasal Güçlendirme

Öncelikle, Türkiye’nin iklim politikasında net bir stratejik amaç tanımlaması gerekmektedir. İtalya’nın 8 Şubat 2022’de gerçekleştirdiği anayasal reform, bu konuda çarpıcı bir örnek sunmaktadır. İtalyan Anayasası’nın 9. maddesine eklenen “gelecek nesillerin çıkarları doğrultusunda çevre, biyolojik çeşitlilik ve ekosistemlerin korunması” ibaresi, nesiller arası adalet kavramını anayasal güvence altına almıştır. Benzer şekilde, 41. maddeye eklenen “sağlık ve çevreye zarar verecek şekilde gerçekleştirilemez” hükmü, ekonomik faaliyetlere anayasal sınır getirmiştir.

Türkiye’nin 1982 Anayasası’nın 56. maddesi, dönemin ilerici bir adımı olsa da İtalya’nın reformuyla karşılaştırıldığında eksiklikler içermektedir. “Gelecek nesillerin çıkarları” kavramının anayasal metne eklenmesi ve ekonomik faaliyetlerin çevresel sınırlarının açık tanımının yapılması, UAD’nin tespit ettiği nesiller arası sorumluluk ilkesi ile uyumlu olacaktır.

Uluslararası Konumlandırma ve Avrupa Entegrasyonu

Türkiye’nin UAD sürecine katılmaması, bu tür uluslararası hukuki gelişmelerde sesini duyuramaması anlamına gelmiştir. Gelecekteki UAD ve ITLOS süreçlerine aktif katılım, iklim diplomasisinde proaktif rol üstlenmek için bölgesel liderlik girişimleri ve COP süreçlerinde daha görünür konum alınması gerekmektedir. İtalya’nın Avrupa Çevre Savcıları Ağı (ENPE) ile koordinasyonu örneğinde olduğu gibi, uluslararası işbirliği mekanizmalarının güçlendirilmesi de kritik önem taşımaktadır.

Ekonomik Dönüşüm ve Yeşil Geçiş

İtalya’nın anayasal düzeyde ekonomik faaliyetlere çevresel sınır getirmesi, neo-liberal büyüme paradigmasına anayasal bir sınır koymuştur. Türkiye’nin de fosil yakıt bağımlılığından çıkış için somut zaman çizelgesi oluşturması, yenilenebilir enerji yatırımlarının teşvik edilmesi ve yeşil teknoloji transfer mekanizmalarının geliştirilmesi gerekmektedir. Madencilik sektöründen etkilenecek bölgeler için alternatif istihdam planları ve zeytincilik gibi sürdürülebilir tarımsal faaliyetlerin desteklenmesi, adil geçiş ilkesinin gereklilikleridir.

Sivil Toplum Katılımı ve Şeffaflık

İtalya’nın Legambiente Derneği’nin 21 yıllık ısrarının 2015 reformuyla sonuçlanması, sivil toplumun dönüştürücü gücünü göstermektedir. Türkiye’de de iklim politikalarının karar alma süreçlerinde sivil toplum katılımının artırılması, çevresel bilgiye erişim hakkının güçlendirilmesi ve UAD kararının toplumsal farkındalığının artırılması kritik önem taşımaktadır. İtalya örneğinde olduğu gibi, çevresel adaleti savunan sivil toplum örgütlerinin sesini duyurabilmesi, uzun vadeli başarının anahtarlarından biridir.

Bu öneriler, Türkiye’nin UAD kararı sonrasında iklim hukuku alanında uluslararası yükümlülüklerine uyum sağlaması ve İtalya’nın acı deneyimlerinden ders alarak proaktif reformlar yapması için bir yol haritası niteliğindedir.


Kaynaklar

Birincil Hukuki Kaynaklar:

International Court of Justice, Climate Change Advisory Opinion, Request for Advisory Opinion Submitted by Vanuatu, ICJ-187, 23 July 2025

International Tribunal for the Law of the Sea, Advisory Opinion on Climate Change and Oceans, Case No. 31, 21 May 2024

European Court of Human Rights, KlimaSeniorinnen and Others v. Switzerland, Application No. 53600/20, 9 April 2024

UN General Assembly Resolution A/RES/77/276, Request for an advisory opinion of the International Court of Justice on the obligations of States in respect of climate change, 29 March 2023

Uluslararası Anlaşmalar:

Paris Agreement, United Nations Framework Convention on Climate Change, 2015

United Nations Convention on the Law of the Sea (UNCLOS), 1982

European Convention on Human Rights, 1950

Türkiye Mevzuatı:


Sözlük: Temel Kavramlar ve Kurumlar

UAD (Uluslararası Adalet Divanı / ICJ – International Court of Justice): Birleşmiş Milletler’in ana yargı organı. La Haye’de faaliyet gösteren 15 yargıçtan oluşur. 23 Temmuz 2025’te iklim değişikliği konusunda tarihi danışma görüşünü açıklamıştır.

ITLOS (International Tribunal for the Law of the Sea / Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi): UNCLOS kapsamında kurulan özel mahkeme. 21 Mayıs 2024’te sera gazlarını deniz kirliliği olarak nitelendiren danışma görüşünü vermiştir.

NDC (Nationally Determined Contributions / Ulusal Katkı Beyanları): Paris Anlaşması kapsamında devletlerin belirlediği sera gazı azaltım hedefleri.

UNCLOS (United Nations Convention on the Law of the Sea): 1982 tarihli Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi. “Okyanusların Anayasası” olarak adlandırılır.

Soft Law (Yumuşak Hukuk): Hukuki açıdan bağlayıcı olmayan ancak politik ve ahlaki etki taşıyan uluslararası düzenlemeler.

Teamül Hukuku: Devletlerin sürekli ve genel uygulamaları ile oluşan, bağlayıcı uluslararası hukuk kuralları.

Erga Omnes: Uluslararası toplumun tamamına karşı olan yükümlülükler.

Özür ve Kınama (Satisfaction): Uluslararası hukukta devlet sorumluluğunun bir sonucu olarak manevi tazminat niteliğinde olan hukuki yaptırım.