
Çevresel Adaletin Dönüm Noktası: AİHM’in Cannavacciuolo Kararı ve Yaşam Hakkının Yeni Boyutu
AİHM’in Cannavacciuolo Kararı
Napoli’nin kenar mahallelerinde, gecenin karanlığında yanan ateşlerin dumanı gökyüzüne yükselirken, kimse bunun bir gün Avrupa insan hakları hukukunda devrim niteliğinde bir karara yol açacağını tahmin etmemişti. Terra dei Fuochi – Ateşler Ülkesi. Yerel halkın, zehirli dumanların arasında yaşamaya mahkum edildiği bu topraklar, 30 Ocak 2025’te, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) çevresel adaleti yeniden tanımlayan kararına konu oldu
Cannavacciuolo ve Diğerleri v. İtalya davası, basit bir çevre davası olmanın ötesinde, insan hakları hukukunun evriminde kritik bir dönüm noktasını işaret ediyor. Bu dava, yıllarca süren sessiz bir mücadelenin, organize suç örgütlerinin yasadışı atık bertaraf faaliyetlerine karşı verilen kolektif bir direnişin hikayesi. Ancak asıl önemli olan, AİHM’in bu davada verdiği kararla, çevresel kirliliği ilk kez doğrudan yaşam hakkının ihlali olarak tanımlaması.
Mahkeme’nin bu kararı, üç temel noktada hukuk dünyasının paradigmalarını değiştiriyor: İlk olarak, çevresel kirlilik artık sadece ‘rahatsızlık veren’ bir olgu değil, doğrudan yaşam hakkını tehdit eden bir unsur olarak kabul ediliyor. İkincisi, devletlere çevresel tehditlere karşı proaktif önlemler alma yükümlülüğü getiriliyor. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi, çevresel verilere erişim ve halkın bilgilendirilmesi hakkı, temel bir insan hakkı olarak tescilleniyor.
Bu karar, özellikle şeffaflık ve bilgiye erişim hakkı konusundaki vurgusuyla, günümüz çevre mücadelelerinin tam kalbine dokunuyor. Türkiye’de termik santral emisyon verilerinin ‘ticari sır’ perdesi arkasında gizlenmesi ile İtalya’da yetkililerin halkı çevresel riskler konusunda karanlıkta bırakması arasındaki paralellik, çevresel adalet mücadelesinin evrensel boyutunu gözler önüne seriyor. Artık çevresel bilgiye erişim hakkı, yaşam hakkının ayrılmaz bir parçası olarak kabul edilmek zorunda.
Bu dava, hukuk dünyasında yeni bir sayfa açarken, aslında çok daha derin bir gerçeği de ortaya koyuyor: Çevresel adalet, artık lüks değil, yaşamsal bir zorunluluk. Ve bu gerçek, mahkeme salonlarından sokaktaki insanın gündelik yaşamına uzanan kesintisiz bir mücadelenin manifestosu haline geliyor.
Terra dei Fuochi’nin Sessiz Çığlığı: Dava Konusu ve Başvurucuların İddiaları
2018’in soğuk bir kış sabahında, Campania’nın dar sokaklarından AİHM’in heybetli salonlarına uzanan hukuki bir yolculuk başladı. Başvurucular, yıllardır ciğerlerine dolan zehirli dumanların hikayesini anlatmak için Strasbourg’a gelmişlerdi. Onların anlattıkları, modern zamanların en acı çevre trajedilerinden biriydi.
Campania bölgesi sakinleri, her gece gökyüzünü aydınlatan yasadışı atık yangınlarının tanığıydı. Bu yangınlar sadece geceleri değil, umutları da yakarken organize suç örgütlerinin kontrolündeki atık yönetimi, bölgeyi adeta açık bir zehir deposuna çevirmişti. Tehlikeli atıklar toprağa gömülüyor, yakılıyor veya gelişigüzel terk ediliyordu. Ve devlet, uzunca bir süre bu zehirli senfoninin sessiz bir izleyicisi olmayı tercih etti..
Başvurucular, yasadışı atık yönetiminin sağlıklarını ve yaşam kalitelerini nasıl tehdit ettiğini, somut veriler ve yaşanmış deneyimlerle AİHM’e anlattılar. Onların mahkemeye sundukları belgeler, bölgede yaşanan çevresel felaketin boyutlarını gözler önüne serdi.
Başvurucular dört temel noktada birleşiyordu: Yasadışı atık yönetiminin yarattığı sağlık tehdidi, devletin bu tehdide karşı kayıtsızlığı, çevresel bilgilere erişim hakkının engellenmesi ve alınan önlemlerin yetersizliği. Bu dört nokta, aslında modern çevre hukukunun temel taşlarıydı.
Başvurucular için bu dava, sadece hukuki bir süreç değil, yaşam hakkının en temel savunusuydu. AİHS’nin 2. maddesi (yaşam hakkı) ve 8. maddesi (özel hayata saygı hakkı), bu savununun hukuki zeminini oluşturuyordu.
Yerel mahkemelerin koridorlarında yankılanan çaresiz sesler, şimdi Avrupa’nın en yüksek insan hakları mahkemesinin salonlarında karşılık buluyordu. Terra dei Fuochi’nin acı hikayesi, artık sadece Campania’nın değil, tüm Avrupa’nın vicdanını sızlatan bir davaya dönüşmüştü.
Devletin suskunluğu, başvurucuların en güçlü deliliydi. Çünkü bu suskunluk, sadece bilgi vermekten kaçınmayı değil, yaşam hakkını koruma yükümlülüğünün de ihlalini ifade ediyordu. Başvurucular için artık tek bir soru vardı: İnsan hayatı mı, yoksa atık yönetimindeki çıkar ilişkileri mi daha değerliydi?”
Terra dei Fuochi: Avrupa’nın Açık Yarası
Campania bölgesinin kalbinde, yaklaşık 2.9 milyon insanın yaşadığı bir toprak parçası var. Resmi kayıtlarda ‘Terra dei Fuochi’ – Ateşler Ülkesi olarak geçen bu bölge, modern Avrupa’nın en trajik çevre felaketlerinden birine ev sahipliği yapıyor. 2003 yılında, kar amacı gütmeyen çevre koruma derneği Legambiente’nin hazırladığı rapor, bu ismin arkasındaki acı gerçeği ilk kez gün yüzüne çıkardı.
Napoli ili ile Caserta ilinin güneybatı kesimini kapsayan bu bölge, Campania nüfusunun %52’sine ev sahipliği yapıyor. Bölgesel Çevre Koruma Ajansı ARPAC’ın raporlarında belgelediği üzere, burada yaşanan çevresel felaket, sistematik ve uzun süreli bir tahribatın sonucu. Qualiano, Villaricca ve Giugliano belediyelerinin sınırları içinde, tehlikeli atıkların yasadışı bertarafı, artık gündelik hayatın bir parçası haline gelmiş durumda.
Terra dei Fuochi’nin trajedisi, sadece rakamlarla açıklanamayacak kadar derin. Ancak bu rakamlar, felaketin boyutlarını anlamamıza yardımcı oluyor: ARPAC ve Legambiente‘nin araştırmaları, bölgede 39 yasadışı depolama sahası tespit etti. Bunların 27’sinde tehlikeli atık varlığı belgelendi. Bu veriler, bir istatistikten öte, 2.9 milyon insanın her gün solumak zorunda kaldığı zehrin haritasını çiziyor.
2003’te başlayan hukuki süreç, aslında çok daha eski bir hikayenin resmi kayıtlara geçmesiydi. Yerel halk yıllardır bu tehlikeyle yaşıyordu. Legambiente’nin raporu, sadece var olan bir gerçeği belgeledi. Raporda kullanılan ‘Terra dei Fuochi’ ifadesi, yerel halkın çaresizliğinin en açık ifadesiydi – geceleri gökyüzünü aydınlatan yasadışı atık yangınlarının acı tanıklığı.
Bu bölgenin önemi, sadece coğrafi ya da demografik değil, aynı zamanda sembolik. Terra dei Fuochi, modern çevre hukukunun karşı karşıya olduğu en büyük zorluklardan birini temsil ediyor: Organize suçun çevresel tahribatı, devletin etkisizliği ve sivil toplumun mücadelesi arasındaki karmaşık ilişki. AİHM’in Cannavacciuolo kararı, işte bu karmaşık ilişkiyi çözümleme çabasının bir ürünü.
ARPAC’ın resmi raporlarında soğuk rakamlarla ifade edilen bu trajedi, aslında Avrupa’nın vicdanında açılan bir yara. Bu yara, sadece fiziksel bir kirlilik değil, aynı zamanda modern devletin temel yükümlülüklerini yerine getirmekteki başarısızlığının da bir göstergesi. Terra dei Fuochi, artık sadece bir yer adı değil, çevresel adalet mücadelesinin sembolü haline gelmiş durumda.
Sağlık Risklerinin Bilimsel Portresi: Görmezden Gelinen Gerçekler
Kasım 2004’te İtalyan Epidemiyoloji Derneği’nin saygın dergisi Epidemiologia&Prevenzione‘de yayımlanan makale, Terra dei Fuochi’nin karanlık gerçeğini bilimsel verilerle aydınlatıyordu. Bu çalışma, toplam nüfusu 150.000 olan üç belediyenin – Giugliano in Campania, Qualiano ve Villaricca – sağlık verilerini inceleyerek, çevresel kirliliğin insan bedeni üzerindeki izlerini takip ediyordu.
Bilimsel araştırmalar, bölgede yaşanan trajedinin boyutlarını giderek daha net ortaya koyuyordu. ARPAC ve Legambiente’nin titiz çalışmaları, özellikle akciğer, plevra, gırtlak, mesane, karaciğer ve beyin kanserlerindeki artışın rastlantısal olmadığını gösteriyordu. Bu hastalık haritası, yasadışı atık sahalarının dağılımıyla ürkütücü bir paralellik sergiliyordu.
2005 yılının Ocak ayında, Dünya Sağlık Örgütü’nün Ulusal Sivil Savunma Departmanı’nın talebi üzerine yürüttüğü ‘Studio Pilota’ çalışması, daha da endişe verici sonuçlar ortaya koydu. Napoli ve Caserta illerini kapsayan bölgede, Campania’nın geri kalanına kıyasla çok daha yüksek oranda mide, karaciğer, safra kanalları, trakea, bronşlar, akciğerler, plevra ve mesane tümörleri tespit edildi. Aynı çalışma, kardiyovasküler sorunların ve doğumsal anomalilerin de bölgede endişe verici düzeyde yüksek olduğunu belgeledi.
Bu bilimsel veriler tek başına yeterince kaygı vericiydi. Ancak 2009’da ABD Donanması’nın yayımladığı ‘Napoli Halk Sağlığı Değerlendirmesi’ raporu, durumun ciddiyetini uluslararası düzeyde teyit etti. ABD Donanması, kendi personelinin sağlığını koruma endişesiyle başlattığı bu araştırmada, bölgedeki tehlikenin boyutlarını açıkça ortaya koydu. Rapor, çöplerin kontrolsüz yakılması ve tehlikeli atıkların yasadışı bertarafının yarattığı riskleri detaylı bir şekilde belgeledi.
Bu bilimsel çalışmaların önemi, sadece hastalık verilerini kaydetmeleri değil, aynı zamanda devletin bu verilere rağmen harekete geçmemesini de belgelemeleriydi. Her yeni araştırma, her yeni veri seti, aslında devletin görmezden geldiği bir uyarı niteliğindeydi. Bilim insanları, laboratuvarlarında ve saha çalışmalarında tespit ettikleri gerçekleri raporlarına dökerken, bu raporların bürokrasinin koridorlarında kaybolup gitmesini çaresizce izliyorlardı.
İtalyan Epidemiyoloji Derneği’nden Dünya Sağlık Örgütü’ne, yerel araştırma kurumlarından ABD Donanması’na kadar uzanan bu bilimsel çalışmalar zinciri, aslında bir çığlık gibiydi. Bu çığlık, sadece hastalık verilerini değil, aynı zamanda modern devletin çevre sağlığı konusundaki sorumluluklarını nasıl ihmal ettiğini de haykırıyordu.
Bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçekler, AİHM’in Cannavacciuolo kararında kritik bir rol oynadı. Mahkeme, bu verileri değerlendirirken önemli bir ilkeye vurgu yaptı: Kirliliğin sağlık üzerindeki kesin etkilerine dair bazı bilimsel belirsizliklerin varlığı, devletin koruma yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyordu. Bu yaklaşım, çevre hukukunda ‘ihtiyat ilkesi’nin yeni ve güçlü bir yorumunu oluşturdu.
Mahkeme Kararının Anatomisi: İtalya’nın Yükümlülükleri ve İhlaller
AİHM’in kararı, modern hukuk tarihinde nadir rastlanan bir derinliğe sahipti. Mahkeme, devletin çevresel yükümlülüklerini ve ihlallerini katman katman inceledi. Bu inceleme, çevre hukukunda yeni bir çığır açacak sonuçlara ulaştı.
Mahkeme öncelikle başvuru ehliyeti konusunda bir ayrıma gitti. Çevre derneklerinin (başvuranlar 15-19) başvuruları, bireysel mağduriyet kriterlerini karşılamadığı gerekçesiyle reddedildi. Karar, bu yönüyle, sivil toplumun çevre davalarındaki rolünü sınırlarken, bireysel mağduriyetin önemini vurguluyordu.
Mahkeme kararının asıl çığır açıcı yönü ise, çevresel kirliliği doğrudan yaşam hakkı kapsamında değerlendirmesiydi. Artık çevresel kirlilik, sadece ‘rahatsız edici‘ bir olgu değil, doğrudan yaşam hakkını tehdit eden bir unsur olarak kabul ediliyordu.
Mahkeme, İtalya’nın ihlallerini iki dönemde inceledi. 2015-2018 dönemi, devletin açık ihmalinin belgelendiği bir süreç olarak kayıtlara geçti. Bu dönemde şirket 16 ayrı idari kovuşturmada sorumlu bulunmasına rağmen, çevresel koşullarda anlamlı bir iyileşme sağlanamamıştı. Devletin bu ‘hoşgörülü‘ yaklaşımı, binlerce insanın yaşamını tehlikeye atmıştı.
2019 sonrası dönem ise, gecikmiş de olsa alınan önlemlerin değerlendirildiği bir süreci yansıtıyordu. Büyük ölçekli atık ayrıştırma tesisi, çöp gazı toplama sistemleri ve sızıntı suyu arıtma teknolojileri gibi somut adımlar, devletin sorumluluklarını nihayet ciddiye almaya başladığının göstergesiydi.
Mahkeme’nin en önemli tespitlerinden biri, bilimsel belirsizlik argümanını reddetmesiydi. Kirliliğin sağlık üzerindeki kesin etkilerine dair bazı belirsizliklerin varlığı, devletin koruma yükümlülüğünü ortadan kaldırmıyordu. Bu yaklaşım, çevre hukukunda ‘ihtiyat ilkesi’nin yeni ve güçlü bir yorumunu oluşturdu.
Karar, İtalya’ya iki yıllık bir süre tanıyarak, çevresel felaketin çözümü için somut adımlar atmasını istedi. Bu süre, sadece bir takvim değil, aynı zamanda modern devletin çevre konusundaki sorumluluklarının yeniden tanımlandığı bir dönemin başlangıcıydı. Mahkeme, bu süreçte Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin denetiminde, devletin gerekli reformları hayata geçirmesini talep etti.
Bu karar, sadece İtalya için değil, tüm Avrupa devletleri için bir uyarı niteliğindeydi. Çevresel tehditlere karşı pasif kalan devletlerin, artık insan hakları ihlalinden sorumlu tutulabileceği yeni bir dönem başlıyordu. Terra dei Fuochi‘nin acı dersleri, modern çevre hukukunun temel taşlarına dönüşüyordu
Derneklerin Sessiz Bırakılması: Çevre Hukukunda Yeni Bir Tartışma
AİHM’in Cannavacciuolo kararında en çok tartışma yaratan noktalardan biri, çevre derneklerinin başvurularının reddedilmesiydi. Bu ret kararı, modern çevre mücadelesinin en temel aktörlerinden birini sahne dışına iterken, hukuk dünyasında derin bir tartışmayı da beraberinde getirecek görünüyor.
Mahkeme, çevre derneklerinin kirlilikten ‘doğrudan etkilenen’ kişiler olarak değerlendirilemeyeceğine hükmetti. Bu karar, özellikle yakın zamanda verilen Verein KlimaSeniorinnen Schweiz kararıyla ilginç bir tezat oluşturuyor. İklim değişikliği davalarında derneklere tanınan başvuru hakkı, nedense çevresel kirlilik davalarında aynı şekilde yorumlanmadı.
Bu yaklaşımın yarattığı çelişki, üç temel boyutta kendini gösteriyordu. İlk olarak, çevre dernekleri genellikle bireysel başvurucuların karşılaşabileceği teknik, mali ve hukuki engelleri aşmada kritik bir rol oynuyor. Bu derneklerin dava ehliyetinin sınırlanması, çevresel hakların korunmasında önemli bir boşluk yaratma riski taşıyor.
İkinci olarak, çevresel zararların doğası gereği kolektif etkiler yaratması. Terra dei Fuochi’deki kirlilik, tek tek bireyleri değil, tüm toplumu etkiledi/etkiliyor. Derneklerin bu kolektif çıkarları AİHM nezdinde temsil edememesi, çevre hukukunun özüne aykırı bir durum yaratıyor.
Üçüncü ve belki de en önemli boyut, iklim davaları ile diğer çevre davaları arasında yapılan ayrımın yarattığı hukuki belirsizlik. Bu ayrım, çevre hukukunun bütünlüğünü zedeliyor ve gelecekteki davalarda derneklerin rolü konusunda ciddi soru işaretleri yarattı.
Mahkeme’nin bu yaklaşımı, modern çevre hukukunun temel bir paradoksunu ortaya çıkarıyor: Çevresel tehditler giderek daha kolektif ve karmaşık hale gelirken, hukuki mücadele araçları bireysel düzeyde sınırlandırılıyor. Bu durum, çevre hukukunun geleceği açısından ciddi bir tartışmayı başlatmış oldu.
Legambiente gibi derneklerin yıllarca süren araştırmaları ve mücadelesi olmasaydı, Terra dei Fuochi’deki çevresel felaket belki de hiç gün yüzüne çıkmayacaktı. Ancak ironik bir şekilde, bu dernekler kendi tespit ettikleri ihlalleri AİHM’e taşıma hakkından mahrum bırakılmıştır.
Bu karar, sivil toplumun çevre davalarındaki rolünü yeniden düşünmemizi gerektiriyor. Çevresel adalet mücadelesinde, bireysel mağduriyetle kolektif çıkarlar arasındaki dengenin nasıl kurulacağı, önümüzdeki dönemin en önemli hukuki tartışmalarından biri olacak gibi görünüyor.
Yaşam Hakkının Yeni Sınırları: İhlalin Anatomisi
AİHM’in İtalya’yı yaşam hakkı ihlalinden sorumlu tutması, çevre hukukunda yeni bir sayfanın açılmasını işaret etti. Bu karar, devletlerin çevresel sorumlulukları konusunda şimdiye kadar görülmemiş bir yorum getirdi.
Mahkeme, Terra dei Fuochi’deki çevresel felaketi değerlendirirken, klasik yaşam hakkı içtihadını genişletti. Artık devletin sorumluluğu sadece doğrudan eylemlerinden değil, üçüncü tarafların – bu vakada organize suç örgütlerinin – yarattığı çevresel tehditlere karşı etkili önlem almamasından da kaynaklanacak. Bu yaklaşım, devletin pozitif yükümlülüklerinin kapsamını önemli ölçüde genişletiyor.
2015-2018 döneminin incelenmesi, devlet ihmalinin çarpıcı bir portresini çiziyordu. Bu dönemde atık yönetimi şirketine karşı açılan 16 ayrı idari kovuşturma, sistemik bir başarısızlığın kanıtıydı. Her bir kovuşturma dosyası, devletin etkili denetim mekanizmalarını işletmedeki yetersizliğini belgeliyordu. Mahkeme’nin deyimiyle, devletin bu ‘hoşgörülü yaklaşımı’, bölge sakinlerini uzun vadeli çevresel tehditlere maruz bırakmıştı.
Mahkeme’nin en önemli tespitlerinden biri, bilimsel belirsizlik argümanını reddetmesiydi. İtalya hükümeti, kirliliğin sağlık üzerindeki etkilerinin kesin olarak kanıtlanamadığını öne sürmüştü. Ancak Mahkeme, çevresel tehditlerin ciddiyeti karşısında bu argümanı kabul etmedi. Bu yaklaşım, çevre hukukundaki ‘ihtiyat ilkesi’ne yeni bir boyut kazandırdı: Artık bilimsel belirsizlik, devletin hareketsiz kalmasının mazereti olamayacak.
2019 sonrası dönemde alınan önlemler, devletin sorumluluklarını nihayet ciddiye almaya başladığını gösterdi. Büyük ölçekli atık ayrıştırma tesisleri, çöp gazı toplama sistemleri ve sızıntı suyu arıtma teknolojileri gibi altyapı yatırımları, aslında çok daha önce yapılması gereken müdahalelerdi. Mahkeme, bu geç kalınmış önlemleri not etmekle birlikte, önceki dönemin ihmallerini affetmedi.
Kararın belki de en çarpıcı yönü, devletin bilgilendirme yükümlülüğünü yerine getirmemesini yaşam hakkı ihlali kapsamında değerlendirmesiydi. Çevresel riskler konusunda halkın yeterince bilgilendirilmemesi, artık sadece idari bir eksiklik değil, doğrudan yaşam hakkına yönelik bir tehdit olarak kabul ediliyor. Bu yaklaşım, çevresel şeffaflık ve bilgiye erişim hakkını yeni bir boyuta taşıyacak.
İtalya’ya verilen iki yıllık süre, basit bir takvim değil, modern devletin çevre konusundaki sorumluluklarının yeniden yapılandırılması için bir fırsat penceresi olarak değerlendirilmeli. Mahkeme’nin talep ettiği kapsamlı strateji, devlet aygıtının her kademesinde köklü bir zihniyet değişimini gerektiriyor.
Genel Tedbirler: Devletin Yeniden Yapılandırılması
AİHM’in kararı, sadece bir hüküm değil, aynı zamanda modern devletin çevre yönetiminde nasıl örgütlenmesi gerektiğine dair detaylı bir yol haritası. Mahkeme, İtalya’ya verdiği iki yıllık sürede gerçekleştirilmesi gereken reformları titizlikle ifade etti.
Bu reformların merkezinde, devlet aygıtının farklı kademeleri arasındaki koordinasyon sorunu yer alıyor. Yerel, bölgesel ve merkezi hükümet arasındaki yetki karmaşası, çevresel tehditlere karşı etkili müdahaleyi engelleyen en önemli faktörlerden. Mahkeme, bu sorunu çözmek için net bir yetki sınırlandırması ve kurumlar arası koordinasyon mekanizmaları talep etti.
İtalya’dan istenen stratejik yaklaşım, dört temel unsuru içeriyordu:
Birincisi, yasadışı atık bertarafından etkilenen alanların bilimsel yöntemlerle belirlenmesi ve haritalandırılması. Bu süreç, toprak, su ve hava kirliliğinin niteliği ve boyutunun kapsamlı bir değerlendirmesini gerektiriyor.
İkincisi, tespit edilen risklerin sistematik yönetimi için kurumsal bir yapı oluşturulması. Bu yapı, sadece mevcut kirliliği temizlemekle kalmayıp, gelecekteki tehditleri de öngörebilecek ve önleyebilecek kapasitede olmalı.
Üçüncüsü, kirlilik olgusunun halk sağlığı üzerindeki etkilerinin sürekli izlenmesi ve araştırılması. Mahkeme, bilimsel araştırmaların sürekliliğini, devletin temel yükümlülüklerinden biri olarak tanımladı.
Dördüncüsü ve belki de en önemlisi, halkın bilgilendirilmesi için kapsamlı ve erişilebilir bir iletişim stratejisinin geliştirilmesi. Bu strateji, tek bir kamusal bilgi platformu üzerinden yürütülmeli ve düzenli olarak güncellenmeliydi.
Mahkeme, özellikle kirlenmiş alanların dekontaminasyonunu ‘birincil ve acil öneme sahip’ bir konu olarak vurguladı. Bu vurgu, çevresel tahribatın geri döndürülemez etkilerini önleme açısından kritik önemde.
Karar, sivil toplumun rolünü de yeniden tanımlıyor. Her ne kadar derneklerin doğrudan başvuru hakkı reddedilmiş olsa da, Mahkeme, izleme mekanizmalarında sivil toplum temsilcilerinin yer almasını zorunlu kıldı. Bu yaklaşım, çevre yönetiminde katılımcı demokrasinin önemini vurguluyor.
Belki de en dikkat çekici yenilik, şeffaflık konusundaki ısrar. Mahkeme, tüm verilerin ve alınan önlemlerin kamuoyuyla paylaşılmasını, temel bir hak olarak tanımladı. Bu yaklaşım, çevresel demokrasinin yeni bir boyutunu işaret ediyor.
İtalya’ya İki Yıl ve Pilot Karar: Yeni Bir Hukuk Dönemi Başlarken
AİHM, Terra dei Fuochi’nin yarattığı çevresel felakete çözüm bulunması için İtalya’ya iki yıllık bir süre tanıdı. Mahkeme’nin pilot karar usulünü tercih etmesi, sorunun sistemik boyutunu ve aciliyetini vurguluyor.
Mahkeme’nin yaklaşımında dikkat çeken bir nokta, sürecin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin denetimine tabi tutulması. Bu denetim mekanizması, reformların sadece kağıt üzerinde kalmamasını, gerçek bir dönüşümün sağlanmasını hedefliyor.
Pilot karar usulünün en önemli sonuçlarından biri, benzer davaların iki yıl süreyle askıya alınması. Bu süre zarfında, İtalya hükümetine henüz tebliğ edilmemiş başvuruların incelenmesi ertelenecek. Bu yaklaşım, bir yandan İtalya’ya gerekli reformları yapması için zaman tanırken, diğer yandan da sistemik sorunun çözümü için bütüncül bir yaklaşımın önünü açıyor.
Ancak Mahkeme, bu ertelemenin mutlak olmadığını da vurguladı. Sözleşme’nin 37. veya 39. maddeleri uyarınca, taraflar arasında dostane bir çözüme varılması veya sorunun başka yollarla çözülmesi halinde, davaları kayıttan düşürme veya kabul edilemez ilan etme yetkisini saklı tuttu. Bu esneklik, hukuki sürecin dinamik yapısını korumayı amaçlıyor.
İki yıllık süre, aslında modern devletin çevre yönetimi konusundaki tüm varsayımlarını yeniden düşünmesi için bir fırsat penceresi sunuyor. Bu süre zarfında gerçekleştirilecek reformlar, sadece İtalya için değil, tüm Avrupa ülkeleri için bir model oluşturacak. Terra dei Fuochi’nin acı dersleri, çevre hukukunun geleceğini şekillendiren bir laboratuvara dönüşüyor.
Ekomafyanın Değişen Coğrafyası: İtalya’dan Türkiye’ye Uzanan Yasadışı Atık Ticareti
AİHM’in Cannavacciuolo kararının kilit noktalarından biri, Terra dei Fuochi’deki çevre felaketinin organize suç örgütlerinin sistematik faaliyetlerinden kaynaklanması. Ancak çevresel soruşturma ajansı EIA’nın yakın tarihli ‘Dirty Deals’ raporu, bu tür çevresel suçların artık çok daha karmaşık ve uluslararası bir boyut kazandığını ortaya koyuyor. İtalya’nın aldığı sıkı önlemler sonrasında, yasadışı atık ticaretinin rotası başka ülkelere, özellikle de Türkiye’ye yönelmiş durumda.
EIA’nın raporuna göre, bu ticaretin Türkiye’ye kaymasının arkasında sistematik bir yapı var. Tüccarlar, sahte belgeler, karmaşık nakliye güzergahları ve zayıf denetimleri kullanarak, özellikle Birleşik Arap Emirlikleri üzerinden karmaşık aracılık sistemleri kuruyorlar. Bu sistem, tıpkı Terra dei Fuochi örneğinde olduğu gibi, milyonlarca ton atığın, bu kadar büyük hacimlerle başa çıkamayan ülkelere atılmasını sağlıyor.
Türkiye’nin ‘yeni Terra dei Fuochi‘ olma riski, AİHM’in İtalya kararının ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Rapor, Türkiye’deki çevresel denetim mekanizmalarının yetersizliğini vurgularken, bazı tesislerin siyasi bağlantılarını kullanarak denetimlerden kaçabildiğine işaret ediyor. Örneğin, 2021’de LDPE ve HDPE atık ithalatına getirilen kısa süreli bir yasağın, sektörün lobiciliği sonrasında sadece yedi gün içinde kaldırılması, bu bağlantıların gücünü gösteriyor.
Dahası, Temmuz 2022’de, İngiltere’den plastik atık alan en büyük tesislerden birini araştıran iki Türk gazetecinin şirket yetkilileri tarafından saldırıya uğraması, sektördeki şeffaflık eksikliğinin boyutlarını gösteriyor. Bu durum, Cannavacciuolo kararının vurguladığı çevresel şeffaflık ve bilgiye erişim hakkının Türkiye’de de ne kadar hayati olduğunu ortaya koyuyor.
AİHM’in İtalya kararı, devletlerin sadece doğrudan çevresel tahribattan değil, özel şirketlerin ve organize suç örgütlerinin faaliyetlerinden de sorumlu olduğunu vurgulamıştı. Bu yaklaşım, Türkiye için de bağlayıcı bir çerçeve oluşturuyor. Devletin yasadışı atık ticaretine karşı etkili önlemler almaması, tıpkı Terra dei Fuochi örneğinde olduğu gibi, yaşam hakkı ihlali olarak değerlendirilebilir.
2025’te varılan bu karar, aslında çevresel suçların değişen coğrafyasına da ışık tutuyor. Ekomafya, artan düzenlemeler ve denetimler karşısında sürekli yeni rotalar ve yöntemler geliştiriyor. İtalya’nın acı tecrübesinden çıkarılacak en önemli ders, bu tür çevresel suçlarla mücadelenin ancak uluslararası işbirliği ve güçlü denetim mekanizmalarıyla mümkün olabileceği. Türkiye’nin, İtalya’nın yaşadığı felaketi tekrarlamamak için, AİHM’in belirlediği standartları bir an önce hayata geçirmesi gerekiyor.
Başka Ülkelerde Benzer Davalar ve Türkiye’deki Yansımalar: Çevresel Adaletin Yeni Sınırları
Karar, çevre davalarında yeni bir dönemin kapılarını açarken, özellikle benzer sorunlarla mücadele eden ülkelerde hukuki mücadelenin seyrini değiştirecek nitelikte. Türkiye’de Afşin-Elbistan davası, bu yeni hukuki çerçevenin ilk test alanlarından biri olarak öne çıkıyor.
Karar, Avrupa genelinde üç temel alanda davaların artmasına zemin hazırlıyordu: Hava kirliliği davaları, özellikle fosil yakıt kullanımının azaltılması talepleri bu davaların başında geliyor. Sanayi ve kimyasal atıkların yarattığı sağlık tehditlerine karşı açılacak davalar, artık yaşam hakkı perspektifinden değerlendirilebilecek. İklim değişikliği politikalarının insan hakları üzerindeki etkisini inceleyen hukuki süreçler ise, yeni bir meşruiyet zemini kazanmış oldu.
Bu bağlamda Türkiye’deki Afşin-Elbistan davası, Cannavacciuolo kararının yarattığı paradigma değişiminin somut bir test alanına dönüşebilir. Bu dava, birçok açıdan İtalya’daki durumla paralellikler gösteriyor. Bölgedeki hava kirliliği seviyelerinin limit değerlerin katbekat üzerinde seyretmesi, ÇED raporunun güncel AB standartlarına uymaması ve devletin halkı yeterince bilgilendirmemesi, her iki davada da öne çıkan ortak noktalar.
Afşin-Elbistan davası özelinde üç temel paralel öne çıkıyordu: İlk olarak, yaşam hakkı ihlali iddiası. Tıpkı Terra dei Fuochi’de olduğu gibi, Afşin-Elbistan’da da halk sağlığını tehdit eden hava kirliliği söz konusu. İkincisi, devletin çevresel bilgilendirme yükümlülüğünü ihlali. Emisyon verilerinin ‘ticari sır’ gerekçesiyle gizlenmesi, Cannavacciuolo kararının vurguladığı şeffaflık ilkesiyle doğrudan çelişiyor. Üçüncüsü, devletin denetim sorumluluğu. Özel şirketlerin çevresel yükümlülüklerini ihlal etmesi karşısında devletin etkili önlemler almaması, her iki davada da kritik bir sorun olarak öne çıkıyor.
Türkiye’deki diğer çevre davaları için de bu karar, yeni bir hukuki zemin oluşturuyor. Mahkemelerin, AİHM’in çevresel kirliliği yaşam hakkı ihlali olarak değerlendiren yaklaşımını dikkate alarak yeni yorumlar geliştirmesi beklenebilir. Çevre kirliliği mağdurlarının yargıya erişimi genişlerken, ÇED süreçlerinin daha katılımcı ve şeffaf hale gelmesi için yeni bir momentum oluşması kaçınılmaz.
Bu süreçte belki de en önemli değişim, çevresel bilgiye erişim hakkının yaşam hakkıyla doğrudan ilişkilendirilmesi. Türkiye’de uzun zamandır tartışma konusu olan emisyon verilerinin şeffaflığı meselesi, artık sadece idari bir tercih değil, temel bir insan hakkı meselesi olarak değerlendirilebilecekti.
Karşı Rüzgarlar: Aşırı Sağın Yükselişi ve Çevresel Adaletin Geleceği
Cannavacciuolo kararının yarattığı umut verici gelişmeler, Avrupa’da yükselen aşırı sağ hareketlerin oluşturduğu karşı rüzgarlarla karşı karşıya. Bu yeni siyasi dinamik, çevresel adalet mücadelesinin önünde ciddi engeller oluşturuyor.
Aşırı sağ hareketler, çevresel düzenlemeleri ‘ulusal egemenliğe tehdit’ olarak gösteriyor. Onlara göre, AİHM’in çevre konusundaki kararları, ulus devletlerin kendi kaynaklarını yönetme özgürlüğüne müdahale niteliğinde. Patriots for Europe (PfE) gibi oluşumlar, özellikle çevresel düzenlemelerin gevşetilmesi için sistematik bir kampanya yürütüyor.
Bu karşı hareketin tehlikeli yanı, çevresel adaleti ‘seçkinlerin lüksü’ olarak gösterme çabası. Yerel ekonomilerin çevresel düzenlemeler yüzünden zarar gördüğü argümanı, özellikle ekonomik zorluklar yaşayan bölgelerde karşılık buluyor. Terra dei Fuochi’nin acı dersleri bile, bu popülist söylem karşısında bazen etkisiz kalabiliyor.
Aşırı sağın yükselişi, Cannavacciuolo kararının uygulanmasını da tehlikeye atıyor. İtalya’ya verilen iki yıllık sürede gerekli reformların yapılması, siyasi direnç nedeniyle zorlaşabilir.
Bu durum, çevresel adalet mücadelesinin sadece hukuki değil, aynı zamanda siyasi ve toplumsal bir mücadele olduğunu gösteriyor. AİHM’in kararları ne kadar güçlü olursa olsun, yerel düzeyde bu kararlara karşı oluşan siyasi direnç, uygulamayı zorlaştırabilir.
Ancak bu karanlık tablonun içinde bir umut ışığı da var. Çevresel tehditlerin yaşam hakkıyla doğrudan ilişkilendirilmesi, popülist söylemlerin etkisini kırmada güçlü bir araç olabilir. Çünkü yaşam hakkı, ideolojik sınırları aşan, evrensel bir değer. Terra dei Fuochi’nin trajedisi, çevresel tahribatın siyasi görüş farkı gözetmeksizin herkesi etkilediğini acı bir şekilde gösteriyor.
Önümüzdeki dönem, bu iki karşıt gücün – çevresel adalet talepleriyle aşırı sağın yükselişinin – çatışmasına sahne olacak gibi görünüyor. Bu çatışmanın sonucu, sadece çevre hukukunun değil, modern demokrasinin geleceğini de belirleyecek.
Sonuç: Çevresel Adaletin Yeni Çağı ve Geleceğe Dair Öngörüler
Cannavacciuolo kararı, sadece bir hukuki metin değil, modern çevre hukukunun dönüm noktalarından birini temsil ediyor. Bu karar, çevresel tehditlerin artık ‘olağan‘ ya da ‘kabul edilebilir‘ risk kategorisinden çıkıp, doğrudan yaşam hakkını ilgilendiren bir mesele haline geldiğini tescil ediyor. Tıpkı bir nehrin akış yönünün değişmesi gibi, hukuk dünyasında da yeni bir yön belirleniyor.
Terra dei Fuochi’nin acı dersleri, aslında modern devletin çevre konusundaki tüm varsayımlarını sorgulamamızı gerektiriyor. Artık devletler, çevresel tehditleri ‘ekonomik kalkınmanın kaçınılmaz sonuçları’ olarak göremeyecek. Çünkü AİHM, bu tehditleri doğrudan yaşam hakkının ihlali olarak tanımlayarak, devletlerin sorumluluğunu yeniden çerçevelendiriyor.
Fakat bu kararın belki de en önemli etkisi, çevresel demokrasi kavramına getirdiği yeni boyut. Halkın çevresel bilgiye erişim hakkı, artık sadece ‘iyi yönetişim’ ilkesinin bir parçası değil, doğrudan yaşam hakkının vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul ediliyor. Bu yaklaşım, çevre politikalarının oluşturulmasında ve uygulanmasında katılımcı demokrasinin önemini vurguluyor.
Gelecekte bu kararın etkilerinin daha da derinleşmesi beklenebilir. Özellikle iklim değişikliği gibi küresel çevre sorunlarının yarattığı tehditler karşısında, devletlerin sorumlulukları daha da artacak. Cannavacciuolo kararının ortaya koyduğu ilkeler, bu yeni tehditlere karşı hukuki mücadelenin temel referans noktalarından biri olacak.
Ancak bu süreçte bazı zorlukların da yaşanması kaçınılmaz görünüyor. Özellikle ekonomik çıkarlarla çevresel koruma arasındaki gerilim, yeni hukuki tartışmaları beraberinde getirecek. Aynı şekilde, devletlerin egemenlik haklarıyla çevresel sorumlulukları arasındaki denge de yeni yorumları gerektirecek.
Terra dei Fuochi’nin karanlık gökyüzünden yükselen alevler, artık sadece İtalya’nın değil, tüm Avrupa’nın vicdanını sızlatan bir uyarı ateşine dönüşmüş durumda. Bu ateşin ışığında, çevre hukukunun geleceği yeniden şekilleniyor. Ve bu şekillenme, sadece hukuk dünyasını değil, modern devletin tüm yapısını ve işleyişini derinden etkileyecek gibi görünüyor.